Django Unchained ile Tarantino Kendi Efsanesini Yazdı!(*)

Bir insanın rengine, diline, etnik ve kültürel değerlerine karşı tutum alan insanlar, kendilerinin diğerlerinden üstün olduklarına ve başkalarına hükmetmeye hakları olduklarına neden inanırlar? Irkçılık; ayrımcılığı, ötekileştirmeyi, ırklar arasında fark oluşturmayı, insanın köleleştirilmesine kadar giden şiddeti haklı gösterir mi?


Tarantino, bu sorular çerçevesinde tek bir çizgide ilerleyen olay örgüsüyle izleyiciyi muhteşem bir sinematografik yolculuğa çıkarıyor. 1858 yılında, Texas’ta, Amerikan İç Savaşı’ndan önce yaşanılanları, bir yandan, bir Alman kelle avcısı ve onun özgürlüğünü verdiği bir köle arasındaki dostluk ilişkisini işleyerek anlatıyor. Diğer yandan,  Django’nun,  yani bir kölenin yaşam üzerindeki kontrolünü yeniden kazanmasının mücadelesini sunuyor seyirciye. Tabii ki, her zamanki gibi, seyircinin yüzüne çarparcasına şiddeti kullanarak bunu yapıyor.


Seyirci, Tarantino’ yu, Inglourious Basterds (2009) filminde, Almanların Paris işgalinde Adolf Hitler’i bir sinema salonunda alevler içinde yok olurken bırakmıştı. 


Bu kez de Tarantino seyirciyi geçmişe götürüyor: 1858 yılının Amerika Birleşik Devletleri’ne, Güneyin kalbine. Köleliğin topraklarında, bir kelle avcısı olan Dr. King Schultz yardımıyla bir Siyah köle olan Django’nun zincirlerini kırmaya...


Tarantino’nun ve filmde Django’nun altını çizdiği şudur:


Kimliksel özsaygı ve cesaret!


Özsaygıyı koruma ve yüceltme, toplumsal kimliğin yegâne ön koşuludur. Bu taşıyıcı kolonlar olmadan hiçbir zaman özgürleşme ve bireyselleşme gerçekleşmeyecektir. Oysa dönemin Amerika’sında körü körüne bir teslimiyet hâkimdir; güçlünün, ezenin çıkarları doğrultusunda, zihinlere prangalar vurulmuştur. Bu nedenle film, ezilen bir toplum için kolektif özgürlüğün önce zihinlerde yeşermesiyle anlam kazanacağını vurgular. Django, köle sahiplerini ve köle tacirlerini ortadan kaldırırken aslında her kurşunu aynı zamanda kendi ırkına da sıkıyor. Önce zihinlerde bir “kimlik inşasının” gerçekleşmesiyle sistemin değişebileceğini vurguluyor.


Tarantino, kendi tür sinemasına sadık kalarak, kendi türünü güncellemektedir Django ile. Tarantino savaş film türüne geçer Inglorious Basterds ile Batı’da Django’ nun zincirlerini kırarak. Ama onun son vurgusunun arkasında özel bir lezzet vardır, tarzının ötesine geçerek. Onun kışkırtıcı fantezisi altında 2. Dünya Savaşı’nın vizyonunda iyi ve kötü karşı karşıya gelir. Kurbanların öcünü almak; cezasını vermek ve failleri cezalandırmak için güçlü bir arzu tarafından yönlendirilir adeta.


Batı’nın adaleti ile Django, zincirlerini çözerek intikamcı enerjiyi bulur; daha kararlı bir halde, daha kaba, daha etkileyici olur. Tarantino, filmlerindeki şiddet unsurlarına rağmen samimiyetle klasik bir güzellik sunar izleyiciye.


Filmin mizahi, ironili ve alay edici bir tarafı olmasaydı eğer, Django ve Dr. King Schultz saygı ile birbirine bağlı olduğunu seyirci kavrayamayabilirdi. Bazen kurnaz kelle avcısı Dr. King Schultz bu mizahi yönüyle şaşırtıcı bir şekilde filmin genel atmosferini verir.


Toplumun geneline sirayet etmiş, kurumsallaşmış ve kendi içinde rasyonelleşmiş ırkçılık anlatılır. Yani elinde kırbaçla zencilerin sırtına vuran ve bundan eğlenen insanlar, bir zencinin köpeklere yem edilmesi ve bundan eğlenen insanları ve KKK anlatılır. Ama yanı zamanda, Tarantino, filmde bu tipleri karikatürize eder. Karikatürize edilen bu tipler seyircinin gözlerine gayet “sıradan” görünseler de, ırkçılıklar sempatik gösterilmez. Irkçı beyaz maskeliler (KKK) epik bir müzik eşliğinde koşarken Tarantino bir kurgu hilesiyle olayın bir beş dakika öncesine götürür seyirciyi ve beyaz maskelilerin (KKK) komik diyaloglarına güleriz. Ama yine de ırkçıdırlar.


Christoph Waltz’in oyunculuğu, Inglorious Basterds’ da olduğu kadar olağanüstüdür; filmin üzerine basmadan alay eden mizah sistemini başarılı bir şekilde dengede tutar. Dr. King Schultz, incelikli ve aynı zamanda nükteli diyaloglarıyla yetenekli; dolarları kovalayan kapitalist, pragmatik ama bir o kadar da bir idealist, kültürlü ve insani değerleri olan kompleks bir karakterdir


Dr. King Schultz, Avrupa’dan gelen bir karakter olarak, Amerika’nın vahşetiyle yüzleşmeye hazırdır. Django’ ya özgürlüğünü verir; çünkü hakkında olu veya diri kafalarına ödül konulmuş üç köle tüccarını bulmak için sadece Django Dr. King Schultz’a yardım edebilir.


Django‘nun Christoph Waltz’a teklif ettiği anlaşmayı, Waltz “onur ve özgürlük adına” çok hızlı bir şekilde kabul eder. Djangon’nun amacı ise, soft bir karizmaya sahip ileri derecede narsis bir zenci düşmanı zengin Calvin Candie’nin kölesi olan karısını kurtarmaktır.


Calvin Candie’nin, kafatasıyla “zencilerin kölelik genetiği” ile ilgili fikirleri ve konuşmaları unutulmayacaktır! O dönem ırkçı bilim adamlarının ortaya attığı bu iddialar her ne kadar filmin yaklaşık 40 yıl kadar ilerisinde olsa da,  çok önemli değildir bu ayrıntı. Seyirci mesajı almıştır nasıl olsa!


Elbette farkında olmamak mümkün değil, Dr. King Schultz, birçok yönü ile aslında, Tarantino’ nun tam da kendisidir. Yetenekli işadamı, değişmeyen Amerikan aksiyon filmlerinin sıradanlığıyla, aynı zamanda amatör şiddet görüntüleri ve bolca diyaloglar kullanarak, backfiring filmler üretir. Hatta aynı zamanda  “adalet severdir“ Tarantino...


Filmde, Sergio Corbucci‘nin çektiği ilk Djnago filmini unutmaz Tarantino. İlk filmdeki başrol oyuncusu Franco Nero’ya bir rol verip orijinal filme saygıda bulunma inceliğini gösterir.


Tarantino, sinemada daima ezilenlerin savunucusu kimliğiyle şiddeti bolca kullanır, ama buna karşın filmlerinde gülümsetir de izleyiciyi. Tarantino, Django Unchained filmine tutkuyla yürekten bağlanmıştır sanki ve izleyici bunu hisseder.


Calvin Candie, babasının 50 yıl boyunca usturayla bir köle tarafından tıraş edildiğini anlattığında sözcükler zihinlere balyoz gibi iner: “Ben böyle bir durumda efendimi tıraş ediyor olsaydım onun lanet boğazını keserdim.” Bir kölenin sahibini bir kez bile öldürmeyi aklından geçirmemesi filmi özetler aslında.


Dr. King Schultz, Beethoven dinlerken gözünün önüne kopekler tarafından parçalanan zenci görüntüleri gelir ve arp çalan kadına “Tanrı aşkına Beethoven çalmayı bırak” diyerek bağırır aniden. Bu sekansta Tarantino A Clockwork Orange'a gönderme yapar.


Aslında bazıları her ne kadar sinema ile müziğin kötü bir evlilik olduğunu düşünse de, Tarantino filmde müziğin etkili bir biçimde kullanarak filmin atmosferinin oluşturulmasında ve sahne geçişlerinde etkileyici seçimler yapıyor. Freedom şarkısı gibi… Django, suçlu üç Beyaz kardeşi bulur ve geçmişini hatırlarken, Anthony Hamilton ve Eleyna Boynton’un Freedom şarkısı çalar; bu sırada Django ve karısı özgürlüğe doğru kaçmaya çalışmaktadır.


Django’nun karakterinde özde trajik bir parça vardır. Django’nun hem ölçülü ve sade bir duruşu vardır, hem de intikama odaklı, sevdiği kadın için yollara düşmüş, hedefe yönelik olması onu gerçek bir kahraman yapar.


İnsanlığa yapılan büyük zulümler, katliamlar, ırkçılık, ayrımcılık, şiddet gibi durumlara, bir yönetmenin kayıtsız kalmayıp, kendine dert edinmesi ve bunu da beyaz perdeye taşıması bir seçimdir. Bu seçim, dayanılmaz ve savunulamaz bir gerçek karşısında, aynı zamanda nefret ve iğrenme duygularını ifade etmek içindir. Sinema orada, bir insandır, bir romandır. Belki henüz yayınlanmamış insanlık boyutuyla Tarantino sineması oradadır.


Perdede filmi jeneriğin sonuna kadar izlemeli, çünkü son saniyede seyirciye küçük bir sürpriz vardır.


Tarantino‘ nun Django yorumu: Django ve türevleri olarak belki yüzlerce film vardır. Bence en iyisi bu!


(*) Django Unchained, Yaşam Özgürlük İntikam

Django Unchained (2012)