Devleti savunmak



'Devlet karşısında' böyle bir konuşlanma AK Parti'ye hem ihtiyaç duyduğu kitlesel desteği sağladı, hem de devlet içindeki muhaliflerine karşı 'söylemsel üstünlük'. Zamanın ruhunu doğru okuyan, dönüştürücü ve reformist bir parti olarak AK Parti Türkiye'yi demokratikleştirmeye çalışıyor, devlet içindeki 'güç odakları' ise reforma ve dönüşüme direniyorlardı.

Bu 'karşılaşmada', otoriter-bürokratik direnç odaklarına karşı geniş bir merkez-sağ kitle ve demokrat aydınlar AK Parti'nin arkasında saf tuttular. Devleti dönüştürecek, ehlileştirecek ve demokratikleştirecek tek güç olarak AK Parti görülüyordu.

AK Parti hükümeti beklentileri karşılamadığında bile anlayışla karşılandı. Herkes devletin içinde büyük direnç odakları olduğunu biliyordu. Nokta Dergisi 'darbe günlükleri'ni yayımladığı için askerî savcılık tarafından basıldığında da, Şemdinli savcısı meslekten atıldığında da 'suçlu' hep 'devlet', devletin içindeki 'bürokratik oligarşi'ydi, AK Parti değil. İktidar olmuş ama 'muktedir' olamamış, adeta 'devlet içinde muhalefet' rolünü üstlenmiş bir AK Parti 'masum'du.

'Öte taraf'ın hiç şakası yoktu çünkü; darbe hazırlıkları konuşuluyor, suikast planları ortaya çıkıyordu. Meclis'e cumhurbaşkanı bile seçtirmemişlerdi. Anayasa Mahkemesi hukuk dışı kararlar alıyor, Danıştay hükümetin nerdeyse her idari düzenlemesini engelliyor, Yargıtay yasaları 'otoriter' bir anlayışla yorumlamaya devam ediyordu. Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti'yi kapatmasına bile ramak kalmıştı.

Askeri, yargısı ve yüksek bürokrasisiyle 'devlet'in adeta savaş açtığı AK Parti'ye halk ve Türkiye'nin demokrat aydınları destek çıktı. Bunun kilit anlarından birisi 12 Eylül Anayasa referandumuydu.

Sonuçta, son yıllarda verilen 'sivilleşme-demokratikleşme' mücadelesiyle vesayet rejimi neredeyse bitti. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere yüksek yargı yeni kadrolarla donatıldı, üniversiteler 'zamanın ruhu'na uygun hale getirildi, asker topuk selamı vermeye başladı.

Vesayet rejiminin esasını, seçilmiş hükümetin üzerinde onu denetleyen, sınırlandıran buyurgan bir üst makam olarak 'devlet'in varlığı oluşturuyordu. Bu 'devlet' denilen şey de aslında resmî ideoloji-Kemalizmle meşrulaştırılan bir asker-yargıç-yüksek bürokrasi oligarşisiydi.

Vesayet rejiminin bitmesi, dolayısıyla, 'devlet'le hükümetin 'tek'leşmesi, hükümetin devlet haline gelmesi demektir. Bütün demokratik âlemde de bu böyledir. Eğer vesayet rejimi yoksa bir hükümet, bir de onun üstünde devlet olmaz. AK Parti'nin bugün 'devlet'i savunur hale gelmesinin nedeni budur; vesayet rejimi bitmiş, hükümet devlet haline gelmiştir.

MİT müsteşarını siz atadıysanız MİT'i kategorik olarak savunmak da size düşer. YAŞ toplantılarında askeri bastırıp Genelkurmay Başkanı'nı siz seçmişseniz, onun tutuklu generalleri ziyaret etmesini de hoşgörüyle karşılar, Uludere baskınındaki hatasını görmezden gelebilirsiniz. Bir zamanlar 'orduyu yıpratmak istiyorlar' sözünün muhatabı sizken, birden siz bu sözleri başkaları için söylemeye başlayabilirsiniz.

Kendini devletin karşısında konumlandıran bir partiden, İçişleri Bakanı'nın 'devlet, hayatın ta kendisidir' dediği bir çizgiye kaymak ilginç bir 'yol öyküsü. Anlaşılan AK Parti devleti dönüştürürken kendisi de 'eskisi gibi' kalmamış. Uludere saldırısının ardından Taraf'ın 'Devlet halkını bombaladı' başlığına, hep 'devletin gazetesi' olan Hürriyet'in, 'Devlet halkını bombalar mı?' manşetiyle cevap vermesi hoşlarına gidebilir. Ancak görüntü onları yanıltmasın; bence Hürriyet hâlâ kendi çizgisinde. Arkasında durduğu şey, 'devlet'in ta kendisi, AK Parti değil. Hürriyet, 'devlet olan AK Parti'nin yanında, Taraf ise 'devlet'i eleştirmeye devam ediyor eski günlerde olduğu gibi. Fark şu ki eleştirdiği devleti bugün AK Parti 'kendisi' olarak görüyor.

Gücünü ve meşruiyetini devletle mesafesinden alan bir parti bugün devletleşiyor görüntüsü veriyor. Devleti savunmak zordur, AK Parti için bile...

Taraf'a karşı AK Parti'yi Hürriyet'in savunması çok şeyler anlatıyor.