KISA bir süre öncesine kadar “devlet” ayrı, “hükümet” ayrıydı.
Ve hükümet yanlılarının işi çok kolaydı:
Mesela Dağlıca’da baskın mı oldu? Hemen bütün sorumluluk devletin askeri güçlerine yüklenirdi.
Mesela Van Savcısı görevden mi alındı? Hemen bütün sorumluluk devletin HSYK’sına yüklenirdi.
Mesela Hrant Dink mi öldürüldü? Hemen bütün sorumluluk devletin içindeki derin güçlere bırakılırdı.
Mesela bir istihbarat hatası mı söz konusu oldu? Hemen MİT’i dövme sporu devreye sokulurdu.
Mesela üniversitelerde bir sorun mu çıktı? Hemen devletin YÖK’üne karşı bir isyan hareketi başlardı.
Uzatmaya gerek yok.
“Devlet ayrı / hükümet ayrı” döneminde...
Hükümet yanlılarının işi çok ama çok kolaydı:
Her türlü kaza-belayı, kötülüğü, fitne fesadı, aczi, zafiyeti, ihaneti yükle devletin üzerine...
Ve çek hükümete de bir tür “muhalif parti” muamelesi...
Oh mis!
¡ ¡ ¡
Fakat gün geldi devran döndü...
Bir tür “devlet-hükümet kaynaşması” yaşandı.
Artık “Devlet ayrı / hükümet ayrı” dönemi sona erdi.
Onun yerine...
Komutanlara teşekkür edildiği...
Devletin halkına kötülük etmeyeceği anlayışının benimsendiği...
YÖK’e “bizim YÖK” muamelesinin yapıldığı...
HSYK’ya “gözbebeği” gibi bakıldığı...
MİT’e edilen her türlü lafın “Hakan Fidan’ı yemek istiyorlar” diye karşılandığı...
Yeni bir dönem başladı.
Bir kaynaşma dönemi...
Ne kaynaşması!
İç içe geçme hali... İçinde erime hali...
Kısacası...
Bir “devlet olma” hali vuku buldu.
¡ ¡ ¡
Bu gelişme üzerine de bir kaos çıktı ortaya, bir altüst oluş.
Sonuçta...
Taraf bir yana düştü, Zaman bir yana...
Ahmet Altan bir yana düştü, Gülay Göktürk bir yana...
Hasan Cemal bir yana düştü, Hüseyin Gülerce bir yana...
Kasımpaşa bir yana düştü, Ankara bir yana...
Baransu bir yana düştü, Emre Uslu bir yana...
Kafalar karıştı, saflar karıştı, pozisyonlar karıştı, tutumlar karıştı.
Ama ben çok memnunum bu gelişmeden...
İyi oldu yani...
Ne diyordu şair?
“Haksızlık et / Haksız olduğun anlaşılsın”.
“Devlet ayrı / hükümet ayrı” olduğu dönemlerde haksızlık edenin haksız olduğu pek anlaşılamazdı.
“Devlet-hükümet kaynaşması”nın yaşandığı şu günlerde ise...
Haksızlık edenin haksız olduğu anlaşılacak.
Bu da az şey değil hani...
BİR: Yalakalığın da bir kıvamı vardır. Kıvamı kaçırma!
İKİ: “Nasıl olsa sırtımı hükümete dayadım” rahatlığıyla “nefret objesi” haline gelmiş olmaktan rahatsız olmazsan, gün gelir sırtını dayadığını sandığın hükümet bile seni taşıyamaz olur.
ÜÇ: Ölçüsüz muhaliflik ile ölçüsüz yalakalık emmioğludur. İkisinin de ölçülü olanı makbuldür. Ölçülü ol!
DÖRT: İçselleştirilmemiş izlenimi veren yandaşlık, yandaş olunan güçler tarafından bile kuşkuyla karşılanır ve benimsenmez. Yalaka olmadan önce içselleştir!
BEŞ: Okurunu ciddiye alan bir yayın organı, ölçüsüz yalakalığın neden olduğu itibar kaybına uzun süre tahammül edemez. Dikkat et!
ALTI: Kovulunca arkandan bütün tefler çalınıyorsa, bunun tek nedeni tef çalanların Vicdansızlığı değildir. Aklından çıkarma!
YEDİ: Herkesin “gönüllü yandaş” olmaya can attığı bir ortamda senin yandaşlığının fazlaca bir değeri yoktur. Rolünü abartma!
HİÇ anlamam futbol şöhretlilerinin, magazin ünlülerinin, gül gibi meslekleri olan insanların milletvekili olmak için yanıp tutuşmalarını...
“Meclis nasıl işler” bilmezler.
“Milletvekilinin işlevi nedir” konusunda iki dakika araştırma yapmazlar.
Kâğıt üstünde yazılanlar ile fiiliyat arasındaki fark konusunda bir fikirleri yoktur.
Ama yanıp tutuşurlar “milletvekili” olmak için.
Maksat hasıl olduğunda da...
“Bu muymuş” diye dertlenip mutsuz olurlar.
Aldıkları parayı beğenmezler.
İşlevlerinin el kaldırıp indirmek olmasından şikâyet ederler.
Bir işe yaramadıklarını düşünürler.
¡ ¡ ¡
Hakan Şükür’ün Meclis çalışmaları yerine Maraton’da yorumcu olmayı tercih etmesinin genel nedeni budur.
Bir de “özel” neden var tabii:
Hakan Şükür, siyasete atılıp milletvekili olmanın tek motivasyonu olarak “Tayyip Erdoğan’ı çok sevmeyi” yeterli buldu.
Bunun yetmediğini, yetmeyeceğini görünce de kendisini acilen Maraton’a attı.
GAZETECİ milleti Başbakan’a ağzına geleni söyleyebilecek...
Başbakan ise “gazeteciyle polemik yapılmaz” falan diyerek susup oturacak.
Böyle şey olmaz.
Gazeteci milleti Başbakan’a laf söylemekte ne kadar özgürse...
Başbakan da gazeteci milletine laf söylemekte o kadar özgürdür.
¡ ¡ ¡
Nasıl? Kâğıt üzerinde gayet iyi duruyor değil mi? Ama gelin görün ki olay bu kadar basit değil.
Çünkü bizim memleketimizde düzen, “herkesin Başbakan’ın gözüne girmek istemesi” üzerine kurulmuştur.
Böyle bir düzende...
Başbakan’la polemiğe giren gazeteci iflah olmaz.
Başbakan’la polemiğe giren gazetecinin haber kaynağı kurur, kurutulur.
Başbakan’la polemiğe giren gazeteci, polemiği özür dileyerek kapatmak zorunda kalır.
Başbakan bu tür polemiklerden hep galip çıkar.
Bu filmin kadına yönelik şiddetin gündemde olduğu bir dönemde vizyona girmesi bir zamanlama başarısıdır.
Bildirisi olan, eğlenceyle karıştırılsa da inceden propaganda yapan filmlerden hazzetmeyenler kaçsın bu filmden... Bunları dert etmeyenler ise koşsun...
Çok iyi espriler var filmde... Gülmeye yatkın olmayan bir bünyeyle izleseniz bile kikirdemekten kendinizi alamıyorsunuz.
Şener Şen ve Müjde Ar’lı “Şalvar Davası” diye bir film vardı. Hani köyün kadınlarının, erkeklere karşı ayaklanışını anlatan film... İşte o filmle bir akrabalığı var bu filmin... Kırsaldaki kadın ayaklanmasının bugüne uyarlanmış hali diyebiliriz.
Başrolde Belçim Bilgin var... İlk kez bir filmde izledim kendisini... Oyunculuğu iyi mi, kötü mü? Hâlâ bir karar verebilmiş değilim.
Demet Akbağ döktürüyor. Asuman Dabak da öyle... Ahmet Mümtaz Taylan süper... Yavuz Bingöl idare eder... Damla Sönmez “canı sıkılan ergen kız” rolünde mükemmel... Nihal Yalçın yeteneğini konuşturuyor...
Sonlara doğru hafiften çığrından çıksa da, propagandaya yöneldiği anlarda inandırıcılığını kaybetse de seyredilir. Ben propagandaya kaydığı halde bu kadar eğlendirebilen çok fazla film seyretmedim.