Devlet halkını bombalar mı?



Hem de nasıl bombalar!
Devletler, halklarını bombalamışlardır.
Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti de halkını bombalamıştır.
Tarihimizde bunun örnekleri mevcuttur.
Fakat hal böyledir diye...
Uludere Faciası’nı, devletin kendi halkını kasten bombalaması olarak değerlendirmek doğru değildir.

Uludere Faciası’ndan “devletin halkını kasten bombaladığı” sonucu çıkmaz, çıkarılamaz.
Çünkü...
Uludere Faciası’nda can verenler, devletle kader birliği yapmış bir korucu köyünün mensuplarıdır. Çünkü...
Uludere Faciası, son zamanlarda yenilgilere uğratılan PKK’ya hayat öpücüğü olmuştur.
Devlet şefkatli değildir, kabul...
Ama aptal da değildir.

Sorulması gereken soru şudur:
35 yurttaşın “kasıt” ile değil de “hata” ile öldürülmüş olması, olayın vahametini azaltır mı?
Ya da şöyle soralım:
Olayda bir kastın olmaması, 35 köylünün katledilmesine “trafik kazası” muamelesi yapmamızı mı gerektirir?
Cevap veriyorum:
“Olayda bir kasıt yok, hadi dağılın” tavrına zerre kadar prim verilemez.
35 yurttaşın uçaklardan atılan bombalarla katledilmesi olayı, çok yönlü özeleştiriye, çok yönlü sorgulamaya, çok yönlü değerlendirmeye, çok yönlü araştırmaya konu olmalıdır.

“Çok yönlü” derken kastettiğim şudur:
Sadece bombaya basan parmakla uğraşmamalı, güvenlik politikalarına abananlarla, “Teröristlere göz açtırılmayacak” diyerek insani dikkatin göz ardı edilmesine vesile olanlarla ve istihbaratta sınıfta kalanlarla da uğraşılmalıdır.
Ancak böyle davranılırsa...
Hem yitip giden canlar için gereken duyarlılık gösterilmiş olur, hem de 35 ölüden kendilerine hayat öpücüğü çıkarmak isteyenlerin amaçlarına ulaşmalarının önüne geçilmiş olur.

SAAT 16.00: Yılbaşı hazırlıklarını yerinde gözlemlemek maksadıyla küçük bir Nişantaşı turu atarken birden karşıma Mustafa Sarıgül çıktı. “Başkan” dedim, “buraları resmen Champs Elysees’e çevirmişsin”. Kaşlarını çattı ve şöyle cevap verdi: “Abdi İpekçi’nin yanında Champs Elysees’in lafı edilmez.” Hızla uzaklaştım yanından.
SAAT 17.00: Bir kafenin sokağa taşmış masalarından birindeyim. Gelip geçenleri izliyorum. “Bu gece çok eğleneceğiz çok” imasında bulunan agresif bir telaş yerleşmiş yüz hatlarına... Gerildim. Resmen.
SAAT 18.00: Evdeyim. Evin bütün ışıklarını yaktım.
SAAT 18.30: Elimde gidebileceğim sekiz ayrı parti daveti var. Fakat ta Hüsrev Gerede Caddesi’ne kadar yayılma istidadı gösteren kalabalık ve yağan neşesiz yağmur “evde kal, evde kal” diye telkinde bulundu.
SAAT 19.00: Can sıkıntısı nedeniyle yapılan anlamsız hareketlerin tümünü yapmaya başladım: Televizyonda kanallar arası dolaşma, balkona çıkıp etrafı miskince seyretme, kitaplıktan rast gele bir kitap çekip karıştırma, mutfağa gidip aykırılık olsun diye hindi yerine sipariş edilen tavukla uğraşma falan... Konsantrasyonsuzluk had safhada!
SAAT 19.30: Bir konuk geldi. Sonra bir konuk daha... Sıkıntının sirayet edici etkisi üçümüzü birden sardı. Televizyonun başına geçip kanalların yılbaşı programlarıyla acımasızca alay etmeye başladık.
SAAT 20.00: Hafiften bir uyku bastırdı. “Hadi biraz hava alalım” dedim. Dışarı çıktık. Şemsiyeli kalabalıktan öyle bir tırstık ki beş dakika sonra yeniden eve döndük.
SAAT 20.30: Twitter’a şu mesajı attım: “Eğlenmek için kasmak, kasmaların en fenasıdır.”
SAAT 21:00: Dışarıdan gelen bir gürültü nedeniyle balkona koştum. Bu sene iyiden iyiye “Noel Abi” rolüne kendini kaptıran Mustafa Sarıgül, halkın yeni yılını otobüs üzerinden kutluyordu. Kendimi otobüs üstündeki Sarıgül’e el sallarken yakaladım.
SAAT 21.30: Yeni yıl kutlaması için arayanları cevapladım. Hepsine “çok eğleniyoruz çok” dedim. Ses tonlarına sinen kıskançlığı fark ederek keyiflendim.
SAAT 22.00: Her yıl olduğu gibi bu yıl da TV 5’teki canlı yayın “Mekke’nin Fethi” kutlamasını seyrettim. Sonra belki biraz Ankara türküsü dinlerim diye Flash TV’yi açtım: Hayret! Bir numara yoktu. NTV’de “Altın Düetler” programında Ümit Besen ile Bengü’yü dinledim.
SAAT 23.00: İki konuk daha geldi eve... Kendimizi birden “Televizyona çıkan dansözlerin sayısının azalması ile Türkiye’nin muhafazakârlaşması arasındaki ilişki” konulu saçma sapan bir tartışmanın içinde bulduk.
SAAT: 24.00: 10’dan geriye doğru saymadık. Aramızdan biri birbirimizi kutlamayı teklif edince ona küçümser bir yüz ifadesiyle baktık. Yaptığımız tek aktivite balkona çıkıp havai fişek gösterisini seyretmek oldu.
SAAT 00.15: Twitter’a “Eeee? Ne oldu?” diye bir mesaj attım.
SAAT 01.00: Esneyerek konukların gitmesini sağlamaya çalıştım. Başardığım anda da kendimi yatağa attım. İçimden “Çok şükür bu tantanayı da atlattık” diyerek...

HAYATLARINI kaybeden insanlara üzülmek için etnik kimlik sorgulaması yapmamaya başladığımız zaman...
Eurovision yarışmalarına sıfır ciddiyetle yaklaşmaya başladığımız zaman...
“Yılbaşı tacizi” diye bir kavramı kullanmaya gerek duymadığımız zaman...
Yeni dönemin çirkefleriyle uğraşmak yerine kullanım sürelerin sona ermesini beklemediğimiz zaman.
Astrologlara “Türkiye ve dünya siyasetinde yeni yılda neler olacak?” diye sorulmadığı zaman...

ORHAN Pamuk Nobel aldıktan sonra çok “cool” bir tutum aldı:
Her konuya atlamamalar, gözlerden ırak yaşamalar, özel hayatı özel tutmaya özen göstermeler falan...
Araya Goa sahillerinde Hintli yazar sevgiliyle çekilen o fotoğraf karesi girdi ama duruş bozulmadı.
Çünkü o fotoğraf karesi, hem çok estetik hem de gösterişçilikten uzak idi...
Fakat ne olduysa 2011’in sonlarına doğru oldu:
Dışavurumculuğa fazlasıyla meraklı “ressam sevgili” çıktı ortaya...
Ressam sevgili “Orhan şöyledir, Orhan böyledir” diye işin tadını fazlasıyla çıkarırken...
Bu sefer bir başka olay patladı: Meğer Nobel’li yazarımızın bir Alman kadından bir çocuğu varmış, çocuk beş yaşındaymış, Orhan Pamuk çocuğu kabullenmiyormuş falan...
Sonuç?
Özene bezene oluşturulan “süper cool” duruştan çıka çıka “çocuğunu kabullenmeyen Emrah öyküsü” gibi bir öykü çıkıverdi.

Karagöz oyunlarının vazgeçilmez bir repliği vardır.
Orhan Pamuk’a o replikle sesleniyorum: “Yıktın perdeyi eyledin viran / Varayım sahibine haber vereyim heman.”