BİRİNCİSİ: Seçimle işbaşına gelmiş hükümetin emrine girdiğinde kendisini küçülmüş hisseder, yayımladığı bildirilerle demokratik mekanizmaya müdahale eder, üstüne vazife olmayan her işe karışır, emrindeki silahlı güce yaslanarak höt-zöt yapar, muhtıra yayınlar, kendisini devletin asıl sahibi olarak görür, “kafamı bozarsanız belki darbe bile yaparım” imasıyla ortalığa korku salar.
İKİNCİSİ: Hükümetin emrinde olmaktan gocunmaz, bildirilerle topluma ve hükümete nizam vermeye kalkışmaz, üstüne vazife olmayan işlere karışmaz, höt-zöt yapmaz, muhtıra yayınlamaz, “darbe” kelimesinin telaffuz edilmesine bile tahammül edemez, demokratik mekanizmaya müdahale etmeyi aklından bile geçirmez, kendisini “eleştirilmez” ve “dokunulmaz” olarak görmez.
* * *
Hangisinden yanayım?
Tabii ki ikincisinden...
Hem de bütün hücrelerimle...
Hem de bütün zerrelerimle...
Benim genelkurmay başkanım...
Her şeyden önce...
- Seçilmişe saygılı olacak.
- Elindeki silahlı güce yaslanarak “Doğruların tekeli bende” demeyecek.
- Hükümete haddini bildirmeye kalkışmayacak.
- Velilik taslamayacak.
- Zorbalık yapmayacak.
- Ülkenin sahibi benim demeyecek.
- Siyasilere müdahale hakkını kendinde görmeyecek.
Kısacası...
Uygar ülkelerin genelkurmay başkanları nasılsa öyle olacak.
* * *
Şunun farkındayım:
Halktan oy almayı ve halkı ikna etmeyi beceremeyenler, halkın seçtiği hükümetin emrine giren genelkurmay başkanından nefret ediyorlar.
Nefretlerini dile getirmek için de her yolu mubah sayıyorlar:
- Mesela “Necdet Bey” diye dalga geçiyorlar.
- Mesela “tak şak paşa” diye kafa buluyorlar.
- Mesela “yalaka paşa” diyorlar.
- Mesela “Kodu mu oturtmuyor, böyle paşa mı olur” diyorlar.
* * *
Bu durumda bana düşen nedir?
“Başımızda demokratik düzene saygılı bir genelkurmay başkanı var, aman onu yıpratmayalım” diyerek...
O genelkurmay başkanının...
- Her türlü beceriksizliğini...
- Her türlü münasebetsizliğini...
- Her türlü reaksiyonsuzluğunu...
- Her türlü başarısızlığını...
Görmezden mi geleceğim?
“Demokratik düzene saygılı genelkurmay başkanlarından nefret edenlerin konumuna düşmemek” adına...
Hükümetle arası iyi olan genelkurmay başkanlarına toz kondurmayacak mıyım?
* * *
Ne yani?
- Hem demokratik hayata saygılı bir genelkurmay başkanımız var diye sevinmek...
- Hem de demokratik hayata saygılı o genelkurmay başkanını gerektiğinde kıyasıya eleştirmek...
Bu ikisi bir arada olamıyor mu?
“Hükümete posta koyan paşa istiyoruz” diyenler ile “Hükümetimizle iyi geçinen paşaya laf söyletmeyiz” arasında sıkışıp kalacak mıyız?
Açık söylüyorum:
Ben bu oyunda ezdirmem kendimi...
BAŞBAKAN Erdoğan, “Kürt sorununun çözümünde akil adamlar görev alsa iyi olabilir mi?” şeklindeki bir soruya “Neden olmasın” diye yanıt verdi ya...
Daha laf havadayken bazıları olaya balıklama atladı.
* * *
Eskiden muhalif olmak, başkaldıran insan olmak, itiraz eden adam olmak değerliydi.
Artık en baba muhalifler bile “akil adam” olmak için can atıyorlar.
Çünkü bir akil adamlık şu üç kuşun vurulmasına yol açıyor:
BİR: Ellerini taşın altına soktukları imajı vermiş oluyorlar.
İKİ: Hem bir şeyler yapmalıyız demiş oluyorlar, hem de hiç risk almamış oluyorlar.
ÜÇ: “Mutedil”, “uzlaşmaya açık”, “mantıklı” ve “akıllı” olduklarını çaktırmadan mesajlamış oluyorlar.
BAŞBAKAN “Dershaneleri kapatacağız” dedi.
Şundan eminim:
“Cemaat” bundan çok rahatsız...
Ama şunu da görüyorum:
“Cemaat” rahatsızlığını dile getirmiyor, üstüne almıyor, tepkisellik içine girmiyor, mücadeleyi seçmiyor.
Neden?
* * *
Nedenleri şunlar:
- “Cemaat”, AK Parti ile içine girdiği ittifakta pürüz çıktığının fark edilmesini istemiyor.
- Başbakan’ın attığı adımı üzerlerine almıyorlar. Üzerlerine aldıkları anda meselenin ayyuka çıkacağını görüyorlar.
- Başbakan’la kavga ediyorlar algısının ayyuka çıkması halinde kaybeden kendileri olur. Bunun farkındalar.
- Kavga ayyuka çıkarsa... “Demek ki bunların hükümetle arası açık” diyenler, “Cemaat”e mesafe koyabilir.
- Kavga ayyuka çıkarsa... “Hükümetin hışmına uğramak istemeyen muhafazakâr kesimler” de “cemaat”e uzak durur.
- Bu nedenle idare ediyorlar. Üstlerine alınmıyorlar. Kavgadan uzak duruyorlar. Kan tükürüyorlar ama kızılcık şerbeti içtik diyorlar.
MUHAFAZAKÂRLARA “Bana dejenere hayatın resmini çizebilir misin Abidin” diye sorulduğunda...
Çizdikleri resim hep aynı oluyor:
- Disko müziği...
- Çılgınca dans...
- Su gibi alkol...
Başka bir resim yok akıllarında.
İşte bakın:
Son çektikleri “Huzur Sokağı” adlı dizide de aynı resmi çizmişler.
* * *
Tasavvur hep aynı...
Hiç değişmiyor.
Olayı şöyle yorumluyorlar:
Değerlerine yabancılaşmış zengin üst sınıflar, Batılı hayat tarzına kendilerini kaptırarak yoz hayatlar yaşıyorlar.
* * *
Oysa bu anlayış çoktan iflas etti.
Çünkü modern hayat, artık sadece zenginleşmiş üst sınıflar için geçerli değil.
Orta sınıf hayatlar da modernliğin ve yozlaşmanın içinde.
“Modern hayatın insan ruhunda bıraktığı büyük boşluk” meselesi, artık küçük bir azınlık için değil herkes için mesele haline geldi.
Masum ve yalıtılmış bir hayat kalmadı artık.
Tüketimin sembollerine herkes maruz kalıyor.
Bunun doğurduğu sorunlar artık herkesin sorunu...
En büyük eğlencenin AVM’lerde dolaşmak olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
İçki yok, disko yok, dans yok ama tüketimin doğal seyircisi olmaktan kaçış da yok.
Tüketimin doğal seyircisi olmanın alt katmanlara doğru gittikçe nasıl acıklı sonuçlara yol açtığını görmüyor muyuz?
İnsanın değerlerini kaybetmesi, dayanışmanın çöküşü, aile ilişkilerinin zayıflaması, daimi bir öykünme hali falan...
Bütün bunlar ortada içkinin, dansın, diskonun olmadığı hayatlar için söz konusu...
* * *
Muhafazakârlar ezberlerindeki o eski “dejenere hayat resimleri”ni bir tarafa bırakıp yeni dejenerasyon durumlarıyla ilgilenseler hem kendilerine, hem de topluma büyük iyilik yapmış olurlar.
(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)