Bugüne kadar vatanın ve milletin bütünlüğünü deyip ülkede mezar bütünlüğünü sağlamaktan, kendi öz evlatlarının gözüne parmak sokmaktan, kendi kendini ötekileştirmekten, ötekileştirmek üzerinden düşman yaratmaktan ve düşmanlık duygularıyla kendi dibine dinamit koymaktan başka bir işe yaramayan kompradorlar ve egemenler son günlerde dört iklimin aynı anda yaşandığı cennet ülkemizin üzerinde yine karanlık oyunlar sergilemeye başladılar.
Mohands Karamchand Gandhi “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz” dediği gibi bugün ne yazık ki Ak Parti'nin üst kademesinde olan Yalçın Akdoğan, Mehmet Ali Şahin ve Bülent Arınç gibi zatlar çoğunluğun onayına dayanarak yanlış üzerine yanlış yapmaktadırlar.
Bu yanlışa yanlış diyenlere de tıpkı BDP ve PKK yöneticilerinin başvurduğu yönteme başvurarak hemen vatan haini, ajan, işbirlikçi ve komplocu yaftasını yapıştırmaktadırlar.
Özellikle Güneydoğu'da binlerce faili meçhul cinayetlerin yaşanmasında, binlerce köyün yakılmasında, binlerce insanın kaybolmasında, milyonlarca insanın zorla göçettirilmesinde rol oynayan ve bütün Türk milletine acı yaşatan Ergenekoncu, Balyozcu zihniyetlere dün karşı olan ama bugün onlarla dirsek temasına girip onları aklama yoluna giden Ak Parti'nin vesayetçilerle partner olma gayreti demokrasimizi güçlendirmeyeceği gibi tam tersine bugüne kadar ki bütün kazanmımları da yok edecektir.
MGK kararlarında “Kürt nufüsu 2025 yılına gelindiğinde Türk nüfusuyla eşitlenecek. Eşitlenmemesi için acilen önlem alınması gerekir” diyen cuntacıları kurtarma peşine düşen Ak Parti'yi bugüne kadar desteklemiş biri olarak yaşadığım hayal kırıklığını da ifade etmek durumundayım.
En gerici yasaların ve anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından yapılması kuraldır...
1882 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı?
Sizce Cuntacılar, bu insanları neden profesör yapıyorlar?
Çünkü siz yalanı, dolanı, yanlışı ve eğriyi sokakta sıradan birine söyletirseniz pek kimse inanmaz, inandırıcılığı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan zat/veya zerzavatlara söyletirseniz işte o zaman inandırıcılığı artar.
Çünkü artık o aşamadan sonra her şey “bilimseldir.”(!)
Yerel, Cumhurbaşkanı ve arkasında gelen genel seçimleri kazanmayı garantilemek ve dış dünyada bozulan Türkiye imajını tamir etmeye çalışmak için çırpınan Ak Parti hükümeti; dün TIR olayında yaşanan rezilliğin dünyaya anlatılamayacağı, Muz Cumhuriyeti değil de çadır devletinin bile yapamayacağı bir uygulama olduğunu bilmelidir.
Ülke kurumlarının kendi içinde çatıştığı bir yapıda demokrasiden nasıl söz edebilirsiniz ki?
Bu tür yanılgı ve yanlışlar bizim demokrasinin ne olduğunun, ne olması gerektiğinin bilinmemizle alakalı bir durumdur.
İnsanlar; siyasi partiler var, seçimler yapılıyor diye Türkiye’de demokrasi olduğunu sanıyor.
Oysa ülkemizde tam tersi doğrudur. Ne yazık ki seçimler demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçları olmaya başladı. Bu sayede sömürü, yağma ve talanın sürüp gitmesi mümkün hale geliyor, hırsızlık, yolsuzluk ve arsızlıklar ayyuka çıkıyor ve güya rejimimiz “meşruiyet” kazanıyor.
Wey Maşallah nazar değmesin!
Bugün yaşadığımız durum ve temsili demokrasimiz tam bir tiyatroya dönüşmüştür.
Cumhuriyetten bu yana iktidarların kompradorları, talan, sömürü ve yağma gelenekleri ne acı ki pek değişmiyor.
Çok acımasız bir hukuk anlaşıyla idam edilen Adnan Mendres aslında tam bir ağaydı.
Adnan Menderes, Aydın ovasının en büyük toprak ağalarından biriydi. 30 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin sahibiydi. 1930 yılında kısa, Serbest Cumhuriyet Fırkası [SCF] denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından yurt gezisine çıkıp halkın nabzını bizzat tutmak isteyen Mustafa Kemal, Aydın’a uğradığında, Adnan Menderesle de tanışmış ve onu mebus yapmaya karar vermişti. O tarihten sonra Adnan Menderes 30 yıl boyunca mebus olarak yola devam edecekti.
1957’den sonra basın ve üniversite üzerinde akıl almaz bir baskı kurmuştu. Bardağı taşıran son damla “ Tahkikat Komisyonu’ydu”. Yasanın ilk maddesi şöyleydi: “TBMM Tahkikat Komisyonu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarda Cumhuriyet savcısına, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askeri adli amirlere tanınmış tüm hak ve yetkilerine sahiptir” deniyordu.
O halde demokrasi sorununa nasıl yaklaşılmalı?
Bugün izinli diyebileceğimiz haklar ve özgürlükler söz konusudur ki, bu durumda haklar ve özgürlükler egemenler cephesi, mülk sahibi sınıflar veya yönetici politik sınıf tarafından, onlar istedikleri zaman, istedikleri kadar ve istedikleri şekilde “bahşedilirler”...
Bizdeki demokrasi zaafı geçerli “demokrasi pratiğinin” verilen-izinli haklar ve özgürlüklere dayanmasından kaynaklanıyor. Bu anlamda ülkedeki demokrasi gerçek demokrasiyle hiçbir ilgisi alakası yoktur.
Toplumsal eşitsizliklerin, adaletsizliklerin var olduğu bir ortamda hangi demokrasiden söz edebiliriz ki?
Öyle bir terörle mücadele kanunumuz var ki; istendiğinde o kanuna dayanarak herkesi kodese tıkmak mümkün. Yüzde 10 seçim barajı 31 yıldır yerli yerinde duruyor.
Seçim ve siyasi partiler kanunları 12 Eylül’den beri yürürlükte ve her iktidar kendi ihtiyacına göre değiştirmeye devam ediyor... YÖK tam bir karabasan gibi akademinin tepesinde duruyor. Hırsızlar ve arsızlar diz boyu.
Ak Parti hükümeti ne yapıp edip bu handikaptan hem kendini ve hem de ülkeyi kurtarması gerekir.
Aksi halde sonraki seçimlerde o da diğer partiler gibi tabela partisi olur ve olan yine milletimize olur. Bu da çok yazık olur.