Deja Vu *

Ortadoğu'da taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Uzun süre de oturmayacak. "Arap Baharı" üzerine yapılan güzellemelerin reel politikte büyük bir anlam ifade etmediği anlaşılıyor. Romantik yaklaşımların demokrasi beklentisi, planlı ve kontrollü vitrin değişikliği karşısında bazen hayal kırıklığına dönüşüyor.


Anlaşılan o ki hem ülkelerin iç yönetimi yeniden kurgulanıyor; hem de ülkeler arasındaki çizgiler yeniden belirleniyor. Osmanlı'nın yıkılışı sırasında çizilen yapay haritaya zaten zaman ayarlı bombalar konulmuştu. Dinleri, dilleri, etnik kökenleri farklı kitlelerin zorunlu ikamete mahkûm edildiği bu topraklarda yıllar boyunca siyaset mühendisliği yapıldı ve dünya dengeleri oluşturuldu. Kimi zaman yalçın kayalıklarda hürriyet şarkıları yankılansa da; o mahur besteler, güdümlü 'önderlik' ve planlı 'değişim'in karanlık bağrında sessiz bir çığlığa dönüştü.


Mesela ilk başta zannedildi ki "Arap Baharı" bütün diktatörleri silip süpürüp bir kenara atacak ve boşalan alana halkın iradesi yansıyacak. Diktatoryanın yerle bir olması güzel de; yeni gelenlerin aynı güç odaklarına hizmet etmeyeceğini kim garanti edebilirdi? Tabandan gelen özgürlük talepleri tavanda nasıl şekillenecekti?


"Arap Baharı" bazı sistemleri kısa sürede altüst edince Esed rejimi de hemen gider sanılıyordu. Oysa Suriye, ne Libya'ydı, ne de Mısır. İsrail, Lübnan, İran gibi ülkeleri yakından ilgilendirdiği gibi Rusya ve Çin'in de ilgi alanına giriyordu.


Üç gün içinde çekip gideceği düşünülmesine rağmen Esed, uzun zamandır direniyor. Ne kadar direneceği (ve ne kadar insan öldüreceği) de şimdiden kestirilemiyor. Orada oynayacak bir taş, Esed'e destek veren güçleri de etkileyecek. Mesela İran'ın onca riski göze alarak Suriye'ye tam destek vermesi sadece gönül bağından ya da mezhep taassubundan kaynaklanmıyor. Suriye rejimindeki depremin şiddeti bölgedeki İran güdümlü devletleri de, İran'ın kendi baskıcı rejimini de sarsacak. O artçı sarsıntıların Lübnan başta olmak üzere Şii fay hattında kırılmalara yol açacağı aşikâr.


Son bir haftadır ortaya çıkan manzara daha da vahim senaryoları çağrıştırıyor. Esed'in boşalttığı alana PKK'nın Suriye'deki ikizi yerleşiyor. PKK'dan da oraya adam sevk edildiği gelen haberler arasında. O bölgenin Irak'taki Kürt yönetimi tarafından ele geçirildiği, silahlı birliklerin, sınır boyunca yerleştirildiğine dair somut bilgi ve bulgular çıkıyor ortaya.


Şu ana kadar hesapta olmayan, en azından açıkça tartışılmayan bu gelişme, "Büyük Kürdistan" senaryolarını teyit ediyor. Öteden beri Suriye'deki Kürtler ve PKK konuşuluyordu, ancak mesele hep "Suriye'nin kimlik vermediği Kürtler" üzerinden beyhude tartışıldı. PKK'nın Esed'e verdiği destek gündeme geldiğinde PKK uzantısı örgütün "muhalifler"den yana değil rejimden yana tavır aldığı konuşuldu. Oysa birileri daha derin ve karmaşık bir hesap yapmış çoktan.


Görünen o ki Suriye diktatoryası sanıldığından daha sinsi planlar yapma yeteneğine sahip. Muhtemel bir yenilgi üzerine Esed, dar bir bölgeye çekilerek küçük bir Nusayri devletine razı olacak. Bu durumda Esed, boşalttığı topraklara silahlı Kürt milislerini yerleştirerek yeni bir kart açıyor. Buna Türkiye hazır mı? Böyle bir hamleyi bekliyor muydu? Bekliyor idiyse karşı hamlesi var mıydı?


Silahlı Kürt birliklerinin Suriye taraflarına konuşlandırılması sadece Esed'in işi değil; Barzani yönetimi daha kısa bir süre önce Erbil'de bütün Kürtlerin hamiliğine soyunan bir toplantı düzenlemişti. Türkiye ile sıcak ilişkiler sürdüren Barzani yönetiminin Suriye'den boşalan alanları doldurması Türkiye cephesinde infiale neden oldu.


Bu denklemde esas bilinmesi gereken bir başka unsur var ki o henüz elini açık etmiyor: Süper güçler. Kaotik bir dönemden geçen Suriye ile ilgili o güçlerin bir planı var mı? Bu konuda hiç kimse net bir bilgiye sahip değil. En azından plansız olmadıklarını söyleyebiliriz. Türkiye'nin planı ne? Kaçmaktan kovalamaya vakit bulamayınca geleceği planlamak çok da kolay gözükmüyor.


"Suriye'deki Kürdistan" senaryosuna verilen bazı tepkiler vaktiyle Kuzey Irak'ta kurulan Kürt devletine verilen tepkinin bire bir kopyası. Irak'ta "Kürdistan" adımları atılırken söylenen sözleri derleyip toplarsanız bugün Suriye'deki gelişmeler için sarf edilen laflarla aynı olduğunu görürsünüz. Dejavu yaşıyoruz resmen.


Yanı başımızda haritalar yeniden çiziliyor ve biz yine hazırlıksız yakalanmanın getirdiği telaşla tepkiyi hep söylem düzeyinde tutuyoruz. Sadece retorik seviyede ifade edilen düşüncelerin somut gelişmelere bir tesir icra etmediğini acı tecrübelerle biliyoruz. Zaten mesele sadece beyana dayandırılınca bizim dışımızdaki gelişmeler hamlini vazediyor ve oldu bittiye getirilen bizler, kontrol dışı gelişmenin ilk entegre unsuru haline geliyoruz. Her defasında fiilî duruma mahkum hale gelmek istenmiyorsa stratejik planlamaya daha çok aklın katılmasını sağlamak gerekiyor. Yoksa sadece tarihi fırsatlar kaçmış olmuyor, altından kalkamayacağımız bir vebal omuzlarımıza biniyor.


*Daha önce yaşanan bir anı, tekrar yaşama hissi.


'Alevî iftarı'


Haftanın en güzel manzarası Alevi Bektaşî Federasyonu'nun verdiği iftarda ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül katıldı programa. Akılda kalıcı, zihin açıcı bir konuşma yaptı. İbrahim Polat ve Zeynel Abidin Erdem gibi tanınan simaların öncülüğünde verilen Federasyon iftarı Alevî-Sünnî kardeşliğini pekiştiren bir gayretti. Ramazan iftarına Alevi derneklerinin ev sahipliği yapması Muharrem ayında da Sünnilerin Alevilere iftar vermesi bir empati alanı açıyor.


Alevi ve Sünni kesimin birbirini iftar sofrasına davet etmesi söz konusu olduğunda bazı kişilerin bu gayretleri baltalamak için canhıraş bir çaba sarf etmesini anlamak çok zor. İftara mahsus bir durum da değil bu. Sanki birileri bu iki kitleyi hep kavga içinde görmek istiyor. Yüz yüze gelmekten, aynı sofrayı paylaşmaktan niçin korkulur ki? İdeolojik söylemlerle düşmanlık üretmenin kime ne faydası olacak ki? 'Sünnileştiriliyoruz' diye propaganda yapanlar ya Aleviliğin tarihi ve kültürel zenginliğini bilmiyor ya da dostluk köprülerinin kurulmasından rahatsızlık duyuyor.


Meclis'e cemevi açılması tartışılıyor, cemevlerinin dini ve hukuki boyutu gündemde. Maalesef Alevilere karşı takınılan bazı tavırlar rencide edici boyuta da ulaşabiliyor. Bu aşamada diyalogun artırılması, empati kültürünün zenginleştirilmesi gerekiyor. Buna rağmen her iki uçtan sert söylemler duyuluyor bazen. Aleviliğin ayrı bir din olduğunu söylüyor birileri. Bu genelleyici yargıdan bizzat Alevilerin fevkalade rahatsız olduğunu da dikkate almıyor. Üstelik tarihi gerçek de, dini hakikat de bu tezi yalanlıyor; ama onların umurunda değil. Geçenlerde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, "Alevilik ayrı bir din değildir." şeklinde bir açıklama yaptı. Belli ki bir ihtiyaca binaen söylenmişti o sözler. Alevilerin meşru taleplerini dikkate almak yetmez; Sünnilerin o talepleri kendi gündemleri gibi sıkı takip etmesi gerekir. Çünkü bu ülkede yüzyıllardır beraber yaşıyoruz. Kimi zaman fitne kazanının kaynadığına da şahit olduk. Onca acı tecrübeye rağmen dostluktan, kardeşlikten, sevgiden, saygıdan yana olmamak için hiçbir makul gerekçe ortaya konulamaz.


Alevilik üzerine onca tartışma sürerken Alevi Bektaşî Federasyonu'nun iftar vermesi; o iftara toplumca saygın kişilerin hâmilik yapması ve bu ülkenin Cumhurbaşkanı'nın o toplantıya katılması tarihi bir hamledir. Emeği geçenleri tebrik etmek lazım...


PANORAMA


Dile
kolay; 18 sene olmuş. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı her kesimden insanı iftar sofrasına ilk davet ettiğinde toplumun bir kesimi buna hazır değildi. Nitekim ilk senelerde olumsuz manşetler de yer aldı bazı gazetelerde. O günden bugüne çetin imtihanlar yaşadı Türkiye. Ama vakıf, duruşunu hiç bozmadı, hizmetine devam etti. İyi de oldu. İnsanlar artık pek çok vesileyle iftar sofrasında bir araya geliyor, ruhlar kaynaşıyor. 18. iftarda da manzara ümit vericiydi. Mesela farklı dinlerin temsilcileri oradaydı, medya ve sanat camiasındaki katılım üst düzeydeydi, iş dünyasının seçkin isimleri icabet etmişti davete. Allah birliğimizi bozmasın...


Başta
Suriye olmak üzere hararetli gündemleri takip ediyoruz. Bu arada ilginç bazı hadiseler kaynayıp gidiyor. Son günlerdeki uyuşturucu operasyonları da onlardan biri mesela. PKK'nın uyuşturucu üretimi için kullandığı tarlalara baskınlar yapılıyor. Ortaya çıkan manzara dehşet verici. "Kürtlerin özgürlük taleplerini" savunduğunu iddia eden örgüt sadece silaha sarılıp kan dökmüyor; aynı zamanda uyuşturucu tacirliği yapıyor. PKK'nın bu kirli çehresinin de tastamam ortaya çıkması önemli. Keşke arada kaynamasa, kamuoyu bu acı gerçeği görebilseydi...


Ramazan
gününde bir AK Parti milletvekili, bir mankenle denizde yakalanıyor. Bir milletvekilinin oğlu Hatay'da polisleri hizaya dizip kimlik tespiti yapıyor. Manzara vahim. Bu arada Konya'nın Yunak ilçesinde AK Partili belediye başkanı bir esnafı tokatlıyor. Bir haftaya sıkışan bu üç hadise en çok bu partiye gönül verenleri üzüyor hiç şüphesiz. Aktif siyaset yapan kişiler kendilerine verilen oyların kıymetli bir emanet olduğunu unutmamalı. Temsil durumunda da olan o kişiler sorumlu davranmak mecburiyetinde...

(Zaman gazetesinden alınmıştır)