Daha da zorlu hale geldi aykırı gitmek

Aykırı gitmek bu ülkede her zaman zorlu bir işti.

Ama gelin görün ki günümüzde...
Aykırı gitmek, çok daha zorlu bir iş haline geldi.
Üstelik...
İktidar çevresinin, “Artık ülkeye demokrasi geldi / Aykırı gitmek sonuna kadar serbesttir” havasını basarken oldu bu iş.
Nasıl mı? Anlatayım:

* * *

- Diyelim ki, BDP çizgisinin haklı olduğu noktalara temas ediyorsun...
- Diyelim ki, ‘Vur / kır / tutukla’ korosuna katılmıyorsun...
- Diyelim ki, “Güvenlik politikalarıyla sorunu çözemezsiniz” diyorsun...
  Diyelim ki, KCK tutuklamalarına itiraz ediyorsun.
Hemen başlıyor komplolar, yaftalamalar falan...
Diyorlar ki:
“Sen aslında hükümeti yıpratmak istiyorsun. Hükümeti en fazla BDP üzerinden yıpratacağını fark ettin, bu yüzden de bütün umudunu BDP’ye yükledin. Senin asıl niyetin hükümeti yıpratmak.”
Bunları söylüyorlar, bunları ima ediyorlar, bunları yazıyorlar.
Tabii bize de “La havle” demek dışında yapacak bir şey kalmıyor.
Size bir şey söyleyeyim mi?
Ben aykırı gitmenin ‘çok daha
zorlu’ hale geldiği bugünleri görünce, aykırı gitmenin sadece ‘zorlu’ olduğu günlere büyük bir özlem duymaya başladım.

Edip Cansever’i sevgiyle okuduk...
Cemal Süreya’yı tutkuyla okuduk...
Attila İlhan’ı hayranlıkla okuduk...
İsmet Özel’i coşkuyla okuduk...
Can Yücel’i hınzırca bir gülümsemeyle okuduk...
Ece Ayhan’ı şaşırarak okuduk...
Turgut Uyar’ı beğenerek okuduk...
Sezai Karakoç’u saygıyla okuduk...
Ama galiba bitti bu iş.
Galiba şiir öldü.

* * *

Yeni şiirler okumak istiyorum, bunun için heves ediyorum, bunun için gayret ediyorum.
Fakat heyhat! Olmuyor, olamıyor.
Çok eski bir tekniğe maruz kalıyormuşum gibi hissediyorum...
Daha öncekilerin gerisinde kalmaya mahkûm metinlerle karşı karşıyaymışım gibi hissediyorum.
Sanki bütün iyi şairler, bütün iyi şiirleri yazmışlar gibi...
Daha da kötüsü...
Sanki şiir denilen sanat miadını doldurmuş gibi...

* * *

Epey bir aradan sonra Nobel’i bir şaire verdiler, şiir sanatını yeniden gündeme taşımak maksadıyla...
Açık konuşacağım:
Bana ‘ölü yüzü pudralamak’ gibi geldi.

- Hayatın akışını tersine çevirenlere...
- Herkesin “Ne yapıyorsun? Deli misin?” dediği anlarda, “Evet, ben bir deliyim” diyebilme cesaretini gösterenlere...
- Meydan okuyanlara...
- Konforunu bozanlara, rahatını kaçıranlara...
- Alıp başını gidenlere...
Hep imrenmişimdir.

* * *

Okan Bayülgen’e de imreniyorum.
Büyük bir kanaldan daha küçük bir kanala geçmesi, kariyerini yeniden inşa etme cesaretini göstermesi, kimse “Git” demediği halde gidebilmesi, kendisini yeniden konumlandırma çabası falan...
Gerçekten de imreniyorum.

Kadirov diye bir adam...
Rusların kuklası...
Gelin, portresinden birkaç çizgiyi okuyalım:
- Evinin bahçesinde aslan kaplan besleyen...
- Tekbir getirerek kadeh kaldıran...
- Yoksul ülkede kendisine en görkemli saraylar kurduran...
- Muhaliflerini işkenceden geçiren...
- Çeçen direnişinin lideri şehit Dudayev’e hakaretler yağdıran...
- Acımasızlığıyla nam salmış...
- Doğum gününü bayram yapan...
Kısacası...
‘Kafkaslar’a özgü tuhaf liderler’ silsilesinin son halkası...
Ruslar işi öğrenmiş:
Kendilerinin yapamadığını adı ‘Ramazan’ olan, soyadı ‘Kadirov’ olan bir adama yaptırıyorlar.
“Müslümanlıksa Müslümanlık... Çeçenlikse Çeçenlik...” demeye getiriyorlar.
Adam da Müslüman ve Çeçen olmanın verdiği özgüvenle, hiçbir Rus’un cesaret edemeyeceği zulmü yapıyor halkına...
Sadece kendi coğrafyasında yapmıyor bu zulmü.
Cebinde ‘ölüm listeleri’ var.
İstanbul’a ajanlarını yollayıp sokak ortasında kanlı infazlar yaptırıyor.
İnsan ister istemez soruyor:
Biz 90’lı yıllar boyunca bu adam, bu tuhaf saltanatı kursun diye mi “Çeçenya... Çeçenya...” diye inledik.
Hadi bizi boş verelim...
Çeçen mücahitler, bu adam Hollywood starlarına milyon dolarlar yağdırsın diye mi dağlarda can verdi?