Babam bilgilidir, çok şey bilir, umur görmüştür, ülkenin birçok yerine gitmiş, genç yaşta İstanbul’la doğrudan ticaret yapmıştır, ki o vakitler küçük bir kasaba açısından bakıldığında, uluslararası ticaret mesabesinde bir iştir. İzinli, ruhsatlı ziraî ilaç bayiidir. Yani bir nevi eczane işletmektedir. Saygındır. Yolda rastlayanlar hürmetle selam verir, sigara içenler sigarasını saklar, bacak bacak üstüne atmış olanlar, indirir, derlenip toparlanır.
Dağınıklığa ve dağınıklara (o böylelerine ‘falafort’ der) asla tahammülü yoktur. Evin her bir köşesi derli toplu olmalı, kapının önündeki ayakkabılar çıkarıldığı anda düzeltilmeli, evdeki ve elbette dükkândaki her şey yerli yerinde durmalı, aranınca gözü kapalı bulunabilmelidir. Hangi cebinde hangi paranın olduğu bile bellidir. Mesela yirmilik, onluk ve beşlikler sağ cepte durur. Çünkü en çok kullanılan cep budur ve bakkaldan çakkaldan bir şey satın alındığı vakit, büyük meblağların ortaya dökülmesi hoş olmaz. Yüzlük ve ellilikler sol, beşyüzlük ve binlikler ise sağ arka ceptedir. Büyük banknotlar dışta, küçükler içte ve her bir kategori yine kendi içinde gıcır olandan yıpranmışa doğru sıralıdır. Ve kafalar. Tabii ki her daim aynı yöndedir.
Duruşuyla, yürüyüşüyle, tavırlarıyla, bütün cihanın yükünü omuzlamış hissi veren babam, evde çok serttir. Aynı çatı altında yaşamak zordur. Tahammülfersa bir sabra ihtiyaç vardır. Her dağın cüssesine mütenasip kar veren Rabbim, babama da annemi nasip etmiştir. Hem annemi, hem babamı tanıyan herkes, bilâ istisnâ, hemfikirdir: Yaşar amca Allah’ın sevgili kuluymuş. Muhsine teyzeden başkası, mümkün değil, tahammül etmezdi.
ÇOCUKLARIN YAYLASI
Babası gurbette çalışan yahut uzun yol şoförü olan arkadaşlarıma imrenmişimdir hep. Çünkü babam her öğle vakti yemek için eve gelir, benim de o saatte mutlaka evde, sofra başında olmamı ister. Ve mübarek öğle ezanı… O da daima oyunun en ballı, en eğlenceli, en tadından yenmez olduğu esnada okunur. Oyunu, o en tantanalı ânında terkedip eve dönmenin, ne muazzam bir nefs terbiyesi gerektirdiğini, nasıl da etinden et koparılmışçasına büyük bir ıstıraba sebeb olduğunu, yaşayan bilir.
Ve aynı seremoni, aynı zaruret, akşam ezanı için de ayniyle vâkidir. Ya ezan başladığında evde olmalı, ya da ezan bitmeden eve ulaşmalısın. Unutmak, oyuna dalmak, havanın karardığını farkedememek, ezan okunduğunda uzak bir mahallede bulunuyor olmak gibi akla ziyan mazeretler, elbette hükümsüzdür. Ah, zaten o yanık sesli, makamat sahibi Bekir hoca yok mu? Ehl-i kuburu basübadelmevte uyandırırmış gibi şıralandırdıp, uzattıkça uzattığı sabah ezanlarına nispet, kıyamet anşırtması akşam ezanlarını nasıl da çabucak okuyup bitiriverir?
Ama şimdi aylardan Haziran. Sevgili Haziran. Okulların kapandığı, Torosların eteğine sıralanmış kasaba ve köylerin sıcaktan kavrulmaya başladığı, ve tabii ki, ve elbette, ve de filhakika yayla hazırlıklarının iyiden iyiye hızlandığı muhteşem ay. Gönlümün ferâhı, gecemin sabâhı, derdimin salâhı. Göz aydınım, günaydınım Haziran.
Karlı kara dağların yıkılmasın, âhır sonu arı imandan ayırmasın! Amin diyenler didar görsün, ağ alnında beş kelime dua kıldık kabul olsun! Allah viren umudun üzülmesün! Yığışdursun dürişdürsün günahınızı adı görklü Muhammed Mustafa yüzü suyuna bağışlasun, hânım hey!
Yayla…
Sanmayın ki, üzerinde, içinde, muhitinde yaşanan bir mekândan, yeryüzü parçasından bahsediyorum.
Yayla, güneş bütün hışmıyla tepene bindiğinde, ağzını dayayıp kana kana içtiğin berrak ve serin pınardır. Göğüs kafesini kütürdete kütürdete şişirdiğin, ciğerlerini en ücra köşelerine kadar yıkayıp pakladığın nefestir.
Hürriyettir.
Öğle vakti evde olmak zorunda kalmadığın, akşam ezanının ne kadar da hızlı okunduğunu farketmediğin, eve girerken ayağındaki ayakkabı yahut terliği dilediğin gibi fırlatıp atabildiğin cennet köşesidir.
Yaylayı bilmeyenler, yarpızı da bilmezler,
Bilmezler sadra şifa tütsülü yokuşları.
Kaf Dağı Ülkesi'nin yolu yayladan geçer,
Cevizlerin başında döner anka kuşları...
GENÇLERİN YAYLASI
Yayla, çocukların yanısıra, kanı dellenmeye başlayan gençler için de eşsiz bir teneffüstür. Gece yarılarına, hatta sabahlara kadar, ay ışığının gölgesinde, ordan burdan, kızlardan, Almanya’daki akrabaların anlattıklarından, aslında hiçbirinin pek de bir şey bilmediği ama hepsinin her yönüne vâkıfmış gibi üst perdeden hikayeler uydurduğu cinsellikten ve daha nice ipe sapa gelmez mevzudan bahseder dururlar.
Gerçek erkeğe aç ve muhtaç kadınların anayurdu Avrupa, hepsinin muhayyilesini süslemektedir. Avrupalı kadınlar, siyah saçlı, buğday tenli Türk erkeklerine hastadır çünkü oralarda her taraf sarı sarı adamlarla doludur. Herhangi bir eve gidip, kapıyı çalman yeterli olacaktır…
Ama bütün bunlar, tamamiyle, orada, o sohbette bulunan gençler arasında ve onların hayal dünyasında kalır. Zira hiç biri, gözlerimizin içine baka baka “Türk kadınları, kocalarına göstermeleri gereken sadakati hafife alıyorlar (...) Her zaman arzuların peşinde koşan, sıkıntının kemirdiği ve haremin yalnızlığında fiziksel takıntıları olan bu kadınlar ilk gelene kendilerini teslim edebilirler (...). Hepsi de genç Avrupalı erkekleri merak ediyorlar…” türünden yaveler yazan Piyer Loti gibi nobran ve nâdan değildir.
Yeri gelmişken, araya bir de mesaj sıkıştırayım: Bizim yayladaki gençlerden biri, Piyer efendininkine benzer satırları Fransız kadınları için, Fransa’da kaleme almış olsaydı, Fransızlar, Notre Dame Katedrali’ne bakan yahut Sein Nehri’nin kıyısında olan bir tepeciğe onun adını verirler miydi acaba?
KADINLARIN YAYLASI
Yayla, bir nevi kadınlar matinesidir. Adamlar, hafta içi işinde gücündedir. Memur taifesi Cuma akşamı, esnaf kısmı ise umumiytle Cumartesi akşamı gelir yaylaya. Onun dışındaki günlerde ise, gemiyi ilk terkeden filika görüntüsü hakimdir: Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar. Hâl böyle olunca, yayla, kadınlar için de eşsiz bir hürriyet alanı, ailenin tartışmasız reisi oldukları bir iktidar dönemidir. Karışan görüşen yoktur. İstedikleri gibi gezip tozabilir, her gün bir başka misafirliğe gidebilir, mevrdivenbaşı sohbetlerini diledikleri kadar uzatabilirler.
Ben yaylanın, yaylaya çıkan bütün kadınlar gibi, annem için de bir nevi kaçış olduğunu, bu üç aylık sürede onun da nefeslenip, tazelendiğini, gelecek dokuz aylık dönem için enerji depoladığını düşünürdüm.
Tâ ki, birkaç yıl önce, annemle beraber hastaneye gidip, yoğun bakım ünitesindeki babamı ziyaret ettiğimiz güne kadar. Sabırsızlık ve çaresizlik içinde bizi bekliyordu babam. “Nerde kaldınız?” dedi, boğuk bir sesle fısıldayarak. Çok susamıştı. Doktorlar, hatırlayamadığım bir sürü gerekçe yüzünden, fazla su içsin istemiyorlardı. Gittim, kantinden birkaç şişe su aldım. Aldığım sulardan belki birini bile bitiremeyecekti ama istedim ki, diğerleri de gözünün önünde bulunsun. Çünkü bütün hayatını tedbirli, tedarikli olmak üzerine inşa etmişti. Herkes bakkaldan, biz toptancıdan alışveriş ederdik. Çayı koli koli, şekeri çuval çuval alırdı meselâ.
Yorgun ve bitkin öylece yatıyordu. Bütün cihanın yükünü taşımış da, sırtından yenice yere indirmiş gibiydi. Gözlerini iri iri açıp, su şişelerini nereye koyduğuma baktı. Damar yolu açıla açıla delik deşik olmuş elini tuttum, öptüm. Annem baş ucunda öylece durmuş, teselli edici bir şeyler geveliyordu. Babamın dudakları her kımıldadığında, acaba ne diyor diye eğilip kulağımızı yaklaştırıyorduk. Gene bir şeyler fısıldadı. Ben anlayamadım, annem anlamıştı. Eliyle babamın başını okşadı. Babam yine söyledi, annem yine okşadı. Nihayet ben de duydum. “Sev” diyordu, “sev”. Annem, alnından itibaren başını sıvazlıyor, o ise gözlerini yumup, öylece bekliyordu.
Yaklaşık altmış yıllık beraberlikte ayrılık ânının gelip çattığının farkındaydı ikisi de. Sessiz Gemi, demir almak üzereydi. Babam, Pazartesi sabahı dükkân açmak için yayladan kasabaya inecek ama haftasonunda geri gelmeyecekti. İstanbul’a mal almaya gidecek, lâkin işi bitince dönmeyecekti. Zaman zaman bize dünyayı dar eden öfkeli adam, ebediyyen veda ediyordu ama hiçbirimizde, yayla zamanı yüreğimizi pır pır ettiren ‘baba tahakkümünden kurtulma sevinci’nin zerresi yoktu.
Biz, Pazartesi’den Cuma’ya yaşadığımız o muazzam coşkuyu, onun pazartesi çekip gitmesine bağlıyorduk. Meğer asıl sebep, Cuma akşamı dönecek olmasıymış. Ben bunu, kırkküsuruncu yaşımda ve babamın hayata veda ediyor olduğu bir zaman diliminde idrak edebildim ancak. Ama gördüm ki, annem zaten biliyormuş.
Kadınlar bilirim ülkeme ait
Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak
Göğüsleri Çukurova gibi münbit
Dağ gibi otururlar evlerinde
Limanlar gemileri nasıl beklerse
Öyle beklerler erkeklerini
Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.
NOTLAR: Metinde üç tane italik yazılı bölüm var: Birincisi, Dede Korkud’un alkış ve kargışlarından; ikincisi naçizane bana ait Yarpız Kokulu Şiir’den; üçüncüsü Erdem Bayazıt’ın Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair’inden alındı.