Geçen hafta bir müslümanın laik olmasının imkânsızlığını dile getirmeye çalışmıştım. Ama seksen küsur yıldır bu bela ve musibet başımızda niye var? ‘Kazâ gelmez kula, Hak yazmayınca… Belâ gelmez kula, kul azmayınca’ demişler. Hangi amelimiz ile kadere bu fetvayı verdirdik? Ne yaptık ki, âlemin nizam dengesinde hiçbir değeri olmayan bazı çapsız insanlar, yanlış anladıkları ve uyguladıkları laiklik ile bize zulmetme haklarını kendilerinde bulabiliyorlar?
Aynı zamanda, belli ki cinayetlerimizin neticesi olan bu istenmedik hâl, yerinde değerlendirmeyi bildiğimiz takdirde bir mükâfatın da öncüsü olabilecektir.
“Kişi laik olamaz!”ı yazdıktan birkaç gün sonra eve geldim. Uzak akrabalarımızdan birisi evimize misafir olmuş ve namaz da kılmış. Hanım ona kıbleyi gösterdiğinde, bu yönün, güneş enerjisi kolektörlerinin gösterdiği yönde olmadığını söylemiş. Gösterdiği kıble yönünün yanlış olabileceğini ima etmiş.
Elbette o anda misafire “kıble” kavramının “güney” ile özdeş olmadığını, kıblenin yalnızca Muş ve Erzurum hattındaki bir meridyen boyunca güney ile özdeş olduğunu, diğer yerlerde sola veya sağa sapan bir çizgi üzerinde olduğunu anlatabilecek durumda değildik.
Ege’de uzun süre görev yaptığım bir kasabada, camilerden yalnızca iki tanesinin kıblelerinin doğru olduğunu gözlemlemiştim. Diğerlerinin kırk kırk beş derece kadar yanlış oldukları meydandaydı. İstanbul’dakilerin de birçoğunun yanlış olduğunu bir gönül dostum yazmıştı.
Kıble özelinden yola çıkarsak biz yüzyıllardır Kur’ân ile onun tercümanı ve tefsiri olan kâinat arasındaki uyumu kaybettik.
Kelâm sıfatından gelen şeriat ile tekvin sıfatından gelen şeriat arasındaki bağı unuttuk. Birincisine, kabuğu ve kışrı ile güya uyduk. İkinciyi büsbütün unuttuk. Günde en az kırk kez “el-hamdu lillâhi rabb il-àlemîn” dedik ama bu âlemlere Kur’ân nam ve hesabına bakmayı unuttuk.
Kur’ân’ın âlemler Rabbinin bir hitabı olduğunu, bütün anların, bütün çağların O’nun ilminde birer noktadan ibaret olduğunu göz ardı ettik.
Namazımız ve onu eda edeceğimiz vakitler güneşe, yıldıza ibret nazarıyla bakmamızı onlardaki ince hesapları görmemizi gerektiriyordu.
Orucumuz ayı gözlemlememizi icap ettiriyordu, biz onu yapmadık.
Zekâtımız, ajandamıza servetimizde, Rabbimizin bizi nisap miktarına eriştirdiği günü kameri olarak yazmamızı ve üzerinden bir yıl geçince Allah’ın malından yine O’nun kullarına vermemizi gerektiriyordu.
Haccımız yine ölçüyü, hesabı kâinatı gözlemlemeyi istilzam ediyordu.
Yani dinde ilerlememiz dünyada geri kalışımızı gerektirmiyordu. Esasen müslümanın dünyasında din ve dünya ayrı değildi. Sadece O’nun rızasına uyan ve uymayan işler vardı.
Oysa biz, fıtrî şeriatı anlamanın bir gereği olarak teleskopu, mikroskobu, haritayı, jeolog çekicini Allah adıyla kullanmayı unutalı çok oldu.
Kur’ân’da ayrılmayan, hatta çoğulu da bulunmayan “ilm” sözcüğünü din ilmi fen ilmi diye ikiye ayırdık. Her bir ilmin Rabbimizi isim ve sıfatları ile tanımamıza yarayan gözlem araçları olduğunu derk edemedik.
Medreselerden fen derslerinin kaldırılması bu musibeti daha da derinleştirdi. Medreselerden mutaassıp, mekteplerden de dini hor gören nesiller yetişmeye başladı.
Kur’ân’ı yaldızlı mahfazalar içine alıp duvarlarımıza astık. Saygı gösterdik, ama bu saygı sonuçta onun kutsal bir mahpus olmasını netlice verdi.
Ona cenazede ve çeşitli törenlerde teberrüken okunan bir ritüel kitabı haine getirdik.
Kur’ân’ı yaşanılır olmaktan çıkarma ve onu duvarlara asma fiilimiz, onun hükümlerini bütünüyle rafa kaldıranların başımıza musallat edilmesi ile sonuçlandı.
Ayağa, düştüğümüz yerden kalkacağımıza göre, çare Kur’ân’dan ve Sahib-i Kur’ân’dan eylerimiz ile özür dilememizdir. O takdirde, umulur ki Rabbimiz içinde bulunduğumuz musibetlerden bizi kurtaracaktır.