“CHP camileri ahır yaptı”.
CHP de cevap vermeye çalışıyor:
“Vallaha yapmadık”.
Ben bu “yaptın / yapmadım” tartışmasında hem CHP’nin, hem de Başbakan’ın tutumunun yanlış olduğunu söylemek istiyorum.
CHP’nin yanlışı şu:
Hiçbir şey olmamış gibi yapmak...
Oysa oldu bir şeyler.
Cumhuriyet bir projeydi: Batıcı, seküler, modernleşmeci, pozitivist ve aydınlanmacı bir proje...
“Cami yapacağına okul yap” sloganını temel almış, “cami” ile “okul”u çatışan unsurlar olarak görmüş bir proje...
O dönem dünyada egemen paradigma buydu.
Dinsel değerler, semboller, hatta dinin kendisi bile “ilerlemeye engel” olarak görülürdü.
Şunu kabul edelim: “Cumhuriyet” dine mesafeliydi. Hem de aşırı mesafeli... Dinin sadece özel hayat içinde kalmasını sağlamaya çalıştı.
Dinin toplumsal hayattaki yerini, çok etkili ve çok görünür olmaması şartıyla düzenledi (Bakınız: Diyanet İşleri Başkanlığı).
Ama dinin üzerinden bir buldozer gibi geçmedi ya da geçemedi. Toplumu rencide etmemek gibi asgari bir dikkati göz önünde bulundurdu.
Böyle bir tarihsel mirası devralmış olan CHP, bugün ne yapmalı?
“Siz camileri ahır yaptınız?” diyene “ne ahırı, biz bir caminin yanına bin cami daha yaptık” diyerek mi kendini savunmalı?
Ya da...
“Siz dinsel kitapları yasakladınız” diyene “ne yasaklaması, biz dinsel kitapların önünü açtık” diyerek mi savunmaya geçmeli?
Bakıyoruz CHP’ye...
Aşağı yukarı “bizim tarihimiz dinle barışıklığın tarihidir” türü bir savunma çizgisinde.
Bu savunma çizgisi, en çok Başbakan Erdoğan’ı mutlu ediyor: Daha fazla bindiriyor, daha fazla belge açıklıyor, daha fazla iddiada bulunuyor.
Zorluk da çekmiyor hani... “Tek Parti” dönemi bu açıdan bir madendir.
Oysa CHP’nin yapması gereken şudur:
“Tek parti ideolojisi” ile hesaplaşmak.
Bunu da kırıp dökerek, mirası reddederek değil, yeni bir anlayış, yeni bir bakış geliştirerek yapmalı.
- Mesela “dönemin egemen paradigması” ile “bugünün anlayışı” arasındaki farka dikkat çekmeli...
- Mesela “dinin insan ve toplum hayatındaki yeri”ne yeni bir gözle bakmaya başladığını söylemeli...
- Mesela 1920’lerin ideolojik anlayışının olduğu gibi bugüne taşınmasının imkânsızlığına dikkat çekmeli...
- Mesela insanlığın 80 yıllık gelişme çizgisinden ve bu çizginin gerektirdiği yeniliklerden söz etmeli...
Bunları yapmayıp sadece “hepsi iftira, alayı iftira” çizgisinde seyrederse Başbakan Erdoğan’dan daha çok dayak yer.
Gelelim Başbakan Erdoğan’ın yaklaşımına...
Başbakan Erdoğan, “CHP camileri ahır yaptı” tartışmasını, bir zihniyet hesaplaşması başlatmak amacıyla falan yapmıyor.
Tek amacı var: CHP’yi köşeye sıkıştırmak.
Oysa amacı zihniyet hesaplaşması olsa...
Tek parti ideolojisinin zamanla toplumun bir kısmında dine, dinsel sembollere karşı nasıl bir önyargı oluşturduğu üzerinde durur ve bunun ortadan kalkması için toplumsal işbirliklerinin yollarını arardı.
Başbakan Erdoğan, bunun zeminini teşkil edecek bir seviye tutturmak yerine, 1950’lerin popülist Demokrat Parti söylemine dönüp “CHP camileri ahır yaptı” diye bağırıyor.
Bunu yaparken de müthiş bir “sıçrama” yapıyor.
Sanki iktidarı İsmet Paşa’nın elinden almış gibi bir tutum içine giriyor.
Öyle bir sıçrama yapıyor ki, araya giren Demokrat Parti iktidarını, Adalet Partisi iktidarlarını, MC hükümetlerini, Özal’ı, merkez sağ iktidarları falan unutuyor.
Oysa “tek parti” ideolojisi, radikal tutumunu kesintisiz bir şekilde egemen kılsaydı AK Parti falan ortaya çıkamazdı.
YENİ Şafak gazetesine bir röportaj veren İshak Alaton şöyle demiş:
“TÜSİAD üyesi işadamları 28 Şubat’ta muhtıra verildikten bir gün sonra Ankara’ya gidip askerlere saygılarını ilettiler. Hiç vakit kaybetmediler. Bunu yaşadık. Utanç verici bir olay”.
TÜSİAD’ın Refah Partisi iktidarından kaygı duyduğunu, 28 Şubat’taki askeri baskılar karşısında rahatsızlık duymadığını, o dönem demokrat bir tutum takınmadığını tabii ki biliyorum.
Peki işi gerçekten de bu noktaya taşımış olabilirler mi?
Dönemin TÜSİAD yöneticilerinden Bülent Eczacıbaşı ile görüştüm.
Dedim ki:
“Var mı böyle bir durum? Gerçekten de gittiniz mi Ankara’ya? Saygılarınızı ilettiniz mi?”
Eczacıbaşı şunları anlattı:
“Sözünü ettiğiniz röportajı okuduktan sonra İshak Alaton’u aradım. ‘Neden aradığını biliyorum, bana sitem edeceksin’ dedi. Ben de kendisine ‘böyle bir şey oldu mu İshak Bey?’ diye sordum. Kendisi bana ‘röportajda öyle söyledim ama bu bir dil sürçmesiydi’ dedi. Hatta kendisi adına bunu yalanlayabileceğimi söyledi”.
MEHMET Ali Birand’a katılıyorum:
23 Nisanlarda çocukları birkaç dakikalığına etkili ve yetkili şahısların koltuklarına oturtma saçmalığına son verilmeli.
Hem böylece...
Çocuklarla şakalaşırken söylenen “başbakan değil misin, ister asar ister kesersin” ya da “senin yanında bakan da kimmiş, sen başbakansın” türü cümleler de son bulmuş olur.
GAZETECİLER ve Yazarlar Vakfı, “cemaat” pardon “hizmet” adına bildiri yayınlamayı sevdi.
Birinci bildirinin ardından ikinci bildiriyi de yayınlamışlar.
Bu kez Fethullah Gülen’in darbelere destek verdiği iddiasının gerçekdışı olduğunu anlatmışlar.
Gülen’in üç darbenin de mağduru olduğunu belirtmişler.
Doğrudur.
Gülen darbelerin gerçekten de mağdurudur.
Zaten “Gülen ve darbeler” bağlamında yapılan asıl tartışma, onun mağduru olduğu darbeler karşısında sergilediği tutumla ilgili...
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yayınladığı bildiride bu konuya da girilmiş.
Gülen’in darbeler karşısındaki duruşu, bildiride şöyle tarif edilmiş:
“Ülkenin göreceği zararı en aza indirmek için müspet hareket ve aktif sabır anlayışı doğrultusunda itidal, temkin ve dikkat ile hareket etmek”.
Ben en çok bildiride geçen “aktif sabır” tabirini tuttum.
Bu tabirin “direniş literatürüne mütevazı bir katkı” sunduğunu düşünüyorum.
Keşke 12 Eylül darbesinin üzerlerinden silindir gibi geçtiği solcularımız da “aktif direniş”i falan bir tarafa bırakıp “aktif sabır” uygulamasını akıl edebilselerdi.
Keşke...
(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)