Pazartesi yazımın sonunda aktardığım ikilem, toplumsal muhalefetin içinde bulunduğu koşulları yansıtıyordu. Bu koşullarda, en önemli “erdem”in “cesaret”, başka bir “dünyanın” kurulabileceğine, kültür endüstrisinin tüm propagandasına karşın ve bir başarı garantisi beklemeden inanma “cesareti” olduğunu daha önce birkaç kez vurgulamıştım. Şimdi artık, “cesaret”in yanına “sabır”ı da eklemek gerektiğini düşünüyorum.
Yeni ‘durum’
Meydan işgallerine bakarken, sağda Fukuyama’nın, solda Tarık Ali’nin neredeyse aynı saptamalarda buluştuğuna dikkat çekmiştim: “Şirin çocuklar, gençlerin yeniden siyasete katılması harika... Ama ortada bütünsel bir program, geniş kitle desteği ve örgüt yok... Olanlar büyük ölçüde simgesel” (The Guardian, 15/11). Bu saptamalar andaki gerçekliği yansıtıyor olabilir. Ama Fukuyama bir yana, Tarık Ali gibi “eski tüfeklerin”, “komünist partilerin” de bu hareketi örgütleyecek, kitleselleştirecek önerilerden, “bütünsel programdan” yoksun olması da aynı gerçekliğin parçası. Meydan işgallerinin oluşturduğu “hareket” yaratıcı olmayı, “geleneği” yenilemeyi gerektiriyor!
Bu yeni hareket yaratıcı olmayı gerektiriyor, çünkü “gelenek”, kimi unsurlarını içinde barındırsa da yeni bir “durumla” karşı karşıya; bu nedenle hazır, siyasi talepleri, pratik örgütsel cevapları yok. Öyleyse “geleneğin” ayakta kalabilmesi yolunda devam edebilmesi için bu cevapların bulunarak “yenilenmesi” gerekiyor. İyi de bu durumun geleneğin önüne getirdiği sorular neler? Soruları aramaya, bu yeni durumun kaba bir “zaman-mekân” haritasını çıkarmayı deneyerek başlayabiliriz sanırım.
İlk geniş çaplı, şiddetli öğrenci olayları 2010 yılının mayıs ve kasım aylarında İngiltere’de patlak verdiyse de bunların yeni “durumun” oluşturduğu “küme”ye ait olduğunu o zaman söylemek olanaklı değildi. Bu yeni durum 17 Aralık günü Tunus’ta patlak veren kitle eylemleriyle başladı. Cezayir, Mısır (Tahrir), Bahreyn, ABD’de Wisconsin işçi protestoları ilk kez, “Burası Tahrir Meydanı” diyerek, alakasız gibi görünen iki “olay” arasında bağlantı kurdu. Bu bağlantı bize evrensel bir hareketle dolayısıyla yeni bir “durumla” karşı karşıya olduğumuzu düşündürdü. Sonra İspanya’da Porto del Sol, Yunanistan’da Sintagma, hiç beklenmedik bir biçimde Wall Street işgali geldi... Bunu İngiltere’de St. Paul Meydanı işgali izledi. Başka birçok kentte “işgal olayları” başladı. İngiltere’de Londra’nın Tottenham mahallesinde patlak veren isyan, yağma, başka mahalleleri ve kentleri de etkiledi.
İngiltere devletinin bu olaylara cevabı, kimi düşünceleri suç kategorisine almaya, 9 Kasım’da, lise öğrencilerinin de katıldığı protesto yürüyüşünde plastik mermi kullanma tehdidine kadar varan bir polis şiddeti, kapalı devre TV kameralarını, en son yüz tanıma tekniklerini, Twitter, Facebook gibi ağları da kullanarak gerçekleştirilen 3000’den fazla tutuklu, alabildiğince ağır cezalar oldu.
Tüm bu protesto ve işgal olaylarına katılanların sayısının 7 milyarlık dünya nüfusu içinde binde birlerle bile ifade edilemeyecek kadar küçük olmasına karşın, yarattıkları haber ve tartışma dalgasının dünya medyasını, web sayfalarını doldurduğunu görüyoruz. Filozoflar, siyaset bilimciler, ekonomistler, “herkes” bu “yeni durum” üzerinde düşünüyor, yazıyor. Bunlardan olaylara katılanların toplumsal profilinin, teknolojilerinin, davranış biçimlerinin, yaşadıkları toplumlardan bağımsız bir benzerlik taşıdığını öğreniyoruz. Hepsi birden tek “evrensel” bir “küme” (küme teorisi bağlamında) oluşturuyorlar. Toplamları bu “küme”nin büyüklüğünü aşıyor.
Bu yeni “durumun” bileşenlerinin oluşturduğu kümenin “zamanına” bakınca, neden bu kadar önemli bir “durumla” karşı karşıya kaldığımızı anlayabiliyoruz. Bu yeni “durum”, ekonomik, siyasi (uluslararası hegemonya ve liberal demokrasi), ideolojik (serbest piyasa söylemi), psikolojik (hazlara odaklı tüketimin bireyinin finansal durumu) ve nihayet ekolojik (küresel ısınma ve gıda, su) krizlerinin çakıştığı “yerde” ortaya çıktı. Kapitalizmin krizden çıkmak için arzuladığı, daha fazla üretimin, daha fazla tüketimin tüm diğer krizlerin daha da ağırlaşmasını getirecek olması, genel bir uygarlık kriziyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Meydan işgalleri, işte bu krizlere karşı bir tepkiyi temsil ediyor, “insanlık böyle devam edemez” diyor. Bu noktada “komünist geleneği”, “peki öyleyse ne yapmalı”, “nereden başlamalı” ve “nasıl” sorularını sormaya zorluyor.
“Cesaret”, bu “uygarlık krizi”nin ve ona neden olan kapitalizmin aşılabileceğine inanmaya devam etmekle ilgiliyse, “sabır”ın da, düzenin, hareketi, yeniden kapitalizmin, “demokrasi”nin dünyasını kabul etmeye çekecek uzlaşma önerilerine, “jestlerine” kulakları kapayarak telaşa kapılmadan, çalışmaya, bu sorulara “geleneği” yenileyecek, insanlığın önünü açacak cevaplar bulmak için çabalamaya ait olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık başladı...