Sevgili okuyucularım; bir yakın arkadaşıma ait olan ve aşağıda anlatacağım hikaye, gerçek bir hikaye olup sadece isimler takmadır.
Baharın ilk ışıklarıyla uyanan yaseminler, gül kokulu menekşeler ve Muhammedi güllerin mutluluk veren davetiyeleri, Peygamberlerin diyarı Urfa’yı daha da bir çekici kılıyordu.
Annelerin şafakta hazırladıkları nevale ve azıklar bohçalarda, çapa, kürek ve tırmıklar da kapıda baba ve oğulları bekliyordu. Beriye gidecek al yazmalı Beriwan kızlar da sıtıl ve tulumplarını hazırlamış, Gar’da trenin kalkmasını bekleyen yolcu gibi, koyunları sağma saatini bekliyorlardı.
Bu şehrin tüm hüzünlü şarkıları gece karanlığının çökmesiyle bir kabus gibi çöküyor ama hüzünlü şarkılar en çok da Sultan’ın üzerine çöküyordu. Şehrin şarkıları bir yana Sultan’ın yanık türküleri ayı adeta ikiye bölüyordu.
Sultan; asi bir küheylan gibi isyankar, dik duruşlu, güzelliği dillere destan olmuş, kara gözleri üzerine romanlar yazılmış, kaşları için hikayeler derelere kan gibi akmıştı.
Sultan kızı güzeldi…
Kimdi Sultan?
Süslü püslü cümleleri kuramayan, içinden geleni pat diye söyleyen, incitmek, incitilmekten çekinmeyen, sevenine değer vermeyen, sevdiğini umursamayan biriydi.
Çok da kibarlıkla işi olmayan ama kendi iç dünyasında hep kırılmaları yaşayan, kadınlık kimliğini tanımlayıp arkasında duramayan, cemiyette gülen ama yüreğine gözyaşları akıtan kara gözlü, selvi boylu bir garip Kürt kızıydı Sultan.
Sultan adeta kendinden kaçıyordu, insanlardan kaçıyordu, bilmediği, tanımadığı limanlara yelken açmak, yeni insanlarla tanışmak, bireysel mücadelesini erkek egemenliği altında değil bağımsız ve hür yaşamak istiyordu Sultan.
Başta babası olmak üzere tüm tavsiyelere kulak tıkayan, kendi doğruları dışındaki doğruları reddeden, özgürlüğü isteyen ama özgürlüğün nerede başlayıp nerede bitmesini bilmeyen Sultan, evrensel dünya değerleriyle değil kendi koyduğu kurallarla yaşamak isteyen ve bir o kadar Kürt milliyetçisi olan biridir Sultan.
Muş Malazgirt’ten Ankara’ya yerleşen, Ankara’nın kültürel, sosyal ve siyasal yaşamını içselleştiren, hem Ankara’lı hem Muş’lu olmayı becerebilen Cem’in yolu ile Sultan’ın yolu Nisan yağmurlarının başladığı günün sabahında dolmuşun arka koltuklarında kesişir.
Cem, Sultan’ın gözlerini görür görmez vurulur yüreğinden. İçine sıcacık bir şeylerin aktığını hisseder.
Sultan’ın yarım yamalak, tepeden bir bakışı bile Cem’in kalbine ok gibi saplamaya yeter. Denize düşmüş gül gibi ateşe düşen Cem, o kısacık yolculuğun bir ömür boyu akmasını ister.
Cem Sultan’la konuşmak, gözlerinin içine bakarak “eğer müsaitsen sana aşık olabilir miyim” diye sormak ister ama yapamaz.
Kendi kendine söylenen Cem, “bu büyük şehirlerin en yakıcı tarafı, güzel gördüğün şeyleri bir daha görememektir” der.
Utangaç bir çocuk gibi çekinip sıkılan Cem Kızılay’da inerken Sultan çoktan kalabalıklar arasında kaybolup gitmiştir. Cem iç geçirir, buruk bir hüzün yaşar. Yarınlarda umut yok der kendine.
Sonraki günün sabahın saatlerinde işine gelen Cem Sultan’ı karşısında bulur. Hadi canım deyip durur, ayakları yerden kesilir, yüreği titrek bir mum alevi gibi pır pır eder. Akşam karanlığın çökmesiyle umutlarını gıdım gıdım toplayan Cem, sabahın ilk ışıklarıyla umutlarını avuç avuç dağıtmaya başlar ve bir türlü Sultan’a açılıp “Sultan seni seviyorum, sana aşığım” diyemez.
Cem, üşüyen yüreğini avucuna koyduğu bir bardak çayla ısıtmaya çalışırken yanına Sultan gelir. Sultan Cem’e merhaba deyince Cem heyecandan titremeye başlar, yudumladığı çayın sıcaklığı dilini yaksa da asıl yakılan ağzı, dili değil, yüreğidir.
Cem, sırılsıklam aşıktır Sultan’a…
Ben aşık mıyım, aşk neydi, yoksa ben sadece hoşlanıyor muyum diye kendi kendine deliler gibi sormaya başlar. Sultan’a aşık olduğuna karar veren Cem, önce Sultan’ı izlemeye, heyecanı yatıştıktan sonra da Sultan’a açılmaya karar verir.
Geleneksel değer ve inançlarına bağlı olan Cem, yılbaşında siyahlara bürünen Sultan’ın mini etek giydiğini görünce beyninden vurulmuşa döner, bu benim çocuklarımın annesi olamaz der ve bir daha Sultan’la konuşmamaya, yüz yüze gelmemeye karar verir.
Cem bu kararı verse de aşk, duygu, tutku, mantık ve kültürel değerleriyle kendi içinde çatışır, savaşır, durur.
Cem her ne kadar bu aşka karşı savaş verse de aşka yenik düşer, mağlup olur. Avuntu ve tesellilerle Sultan’ın yüreğini kazanmaya, onunla konuşmaya ve onu tanımaya çalışır. Bunu yaparken Cem bir daha hayallerinden ve düşlerinden yıkılır. Sultan’ın sözleri, kurduğu cümleler Cem’e çok ağır gelir, Cem’i yaralar.
Cem Sultan’a; eğer günün birinde hayatıma ihtiyacın olursa, gel ve al derken, Sultan Cem’i daha çok yaralar, umursamaz tavırlar takınır. Cem Sultan’ın saçlarının tek bir teline kıyamazken Sultan’ın Cem’i bu kadar hırpalamasına Cem çok üzülür.
Cem kendini veda ya hazırlarken, Sultan’ın bir zamanlar kendinden, insanlardan kaçtığı gibi o da Sultan’dan kaçmaya ve göz göze gelmemeye çalışır. Küser, kırılır ve bir daha Sultan’la konuşmaz.
Sultan’a aşkını ilan edemeyen ama aşkıyla veda eden Cem, yüreği acıyarak bu kararı alır, iki kanadından da vurulmuş güvercin gibi Sultan’sız hayatına devam eder.