BU memlekette eskiden eğitim, “torna tezgâhı” vazifesi görürdü.
Eğitim almak, tornadan çıkmak anlamına gelirdi.
Tornanın amacı şuydu:
“Atatürkçü nesiller yetiştirmek.”
Atatürk adına hareket edenler...
Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek istiyoruz” şeklindeki özgürlük vurgusunu hiçe sayarak ve kafalarına göre bir Atatürkçülük tanımı yaparak...
“Fikri Atatürkçü, vicdanı Atatürkçü, irfanı Atatürkçü nesiller” yetiştirmeye kalkıştılar.
Torna böyle çalıştı. Seneler boyunca...
¡ ¡ ¡
Torna böyle çalışırken...
Biz 80’lerin özgürlükçü tezlere yatkın İslamcıları olarak buna itiraz ettik.
Dedik ki: Yapmayın, etmeyin. Bırakın nesiller kafalarına göre takılsın. Bırakın aileler çocuklarını istedikleri gibi yetiştirsin.
Dindar olmak isteyen dindar, ateist olmak isteyen ateist, agnostik olmak isteyen agnostik olsun dedik.
Hatta Pink Floyd’un “Hey Öğretmenler! Çocukları rahat bırakın!” şarkısının klibini döndürüp durduk Kanal 7 ekranlarında...
Çünkü “duvardaki tuğla” olmak istemiyorduk.
¡ ¡ ¡
Gelinen yere bakar mısınız?
80’lerin özgürlükçü İslamcıları, iktidarı ele geçirince, o uğursuz torna tezgâhına bir tekme sallamak yerine...
Geçmişler tornanın başına, “kafamıza göre bir nesil yetiştireceğiz” diye bağırıyorlar.
Yani?
Gitti “Atatürkçü torna”, geldi “dindarlık tornası”.
Böylece bizim “tornasızlık özlemi” yalan oldu, takiye oldu, hile oldu.
¡ ¡ ¡
Sormak istiyorum:
Siz hükümet edenler!
Ne hakla karışıyorsunuz benim çocuğumu nasıl yetiştireceğime?
Çocuğumu ister Mahmut Efendi’ye mürit olarak yetiştiririm, ister Sartre’a takipçi olarak...
Size mi soracağım çocuğumu nasıl yetiştireceğimi?
Hem kim verdi size nesilleri belirleme hakkını?
Tornacı mısınız siz?
Çekin ellerinizi nesillerin üzerinden. Rahat bırakın nesilleri.
¡ ¡ ¡
Hükümet ediyor olmanız size eğitimi “torna tezgâhı”na dönüştürme hakkını vermez.
Sizin göreviniz isteyenin istediği gibi yetişmesine imkân sağlayacak ortamı hazırlamaktır.
Kim çocuğunu nasıl yetiştirmek istiyorsa onun önünü açacaksınız.
Dindarın da önünü açacaksınız, ateistin de... Dindarlığını istediği gibi yaşamak isteyenin de önünü açacaksınız, ateistliğini istediği gibi yaşamak isteyenin de...
¡ ¡ ¡
Eğer “Ben devletim, nesilleri istediğim gibi yetiştiririm kardeşim” derseniz...
O zaman...
“Kuran kurslarını kapattılar” diye...
“İmam-hatiplerin önünü kestiler” diye...
“Tek tip insan yetiştirdiler” diye...
Ağlaşıp geçmiş dönemleri kötülemek yerine...
“Gücü ele geçiren istediği nesli yetiştirir kardeşim” diye raconu kesin, olup bitsin.
BAŞBAKAN Erdoğan iyi kaynak buldu.
Tek Parti dönemindeki malzemeleri bir çuvala doldurmuş durumda...
Atıyor elini: “Nazım Hikmet’i süründürdüler” malzemesi çıkıyor.
Atıyor elini: “Elifbayı yasakladılar” malzemesi çıkıyor.
Atıyor elini: Aziz Nesin’in yasaklanan kitabı çıkıyor.
Atıyor elini: Rıfat Ilgaz’ın yasaklanan kitabı çıkıyor.
Atıyor elini: “Hazreti Ali’nin Cenkleri”nin yasaklanması çıkıyor.
Atıyor elini: Dersim zulmü çıkıyor.
Kısacası...
Malzeme gani... Başbakan’da da malzemeyi değerlendirme azmi gani... Vuruyor da vuruyor.
¡ ¡ ¡
Size bir şey söyleyeyim mi?
Eğer CHP 1930’ların, 1940’ların tek parti uygulamalarıyla adam akıllı bir hesaplaşma içine girmezse...
Eğer CHP, tarihindeki bu uygulamalardan kendisini arındırmanın bir yolunu bulamazsa...
Eğer CHP, bu malzemeleri işe yaramaz hale getirecek etkili ve yürekli bir çıkış yapamazsa...
Eğer CHP, bu konuların gündeme getirilemediği günlerde yaşadığımız yanılsamasına kendini kaptırırsa...
Başbakan Erdoğan bu işten daha çok ekmek yer.
HÜRRİYET Pazar’ın “4 Yüz” ekibi olarak Topkapı Sarayı’ndaki Harem’e gittik. Bir de ne görelim: Muhteşem Yüzyıl’ın çekimleri varmış. Olup bitenleri bir süre izledikten sonra kararımız şunlar oldu:
Dizi çekmek çok meşakkatli bir iş ama tarihi kostümlü dizi çekmek tam bir ömür törpüsü...
Kar altında defalarca tekrarlanan sahneler... Çekilecek çile değil.
Halit Ergenç çok havalı... Gözlemim şu: Kanuni yaşasa ondan daha az havalı olurdu.
En büyük çileyi dönemin zorlu kıyafetlerini üstlerine geçirmiş figüranlar çekiyorlar ve aldıkları parayı son kuruşuna kadar hak ediyorlar.
Topkapı Sarayı gezisinde bize eşlik eden İlber Ortaylı Hoca diziyi hafiften küçümsediğine dair işaretler verdi.
Dizide çok ihtişamlı görünen mekanlar, gerçekte hayli mütevazı... Ah! Kameraların yanıltıcı gücü!
Son bir not: Hürrem yoktu ortalıkta...
28 Şubat’ın yargılanmasını isteyen HAS Parti mensupları, önce dönemin bütün önemli gazetecilerini şikâyet etmişler, sonra da aralarından sadece ikisini seçip diğerlerini şikâyetten vazgeçmişler.
Şikayet edilen iki gazeteciden biri Ertuğrul Özkök, diğeri Reha Muhtar imiş...
¡ ¡ ¡
Madem öyle, o zaman “acı gerçekler”den söz edelim:
28 Şubat sürecinde rol oynayan ve sürece destek olan gazeteciler meselesine girildiği takdirde soruşturulmayacak gazeteci sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
28 Şubat’ı gazeteciler üzerinden yargılıyorsunuz da, neden 12 Eylül’ü de gazeteciler üzerinden yargılamıyorsunuz? 12 Eylül’de orduya selam duran gazeteciler, genel affa mı uğradı?
Gazetelerin attığı başlıklar konu ediliyor. Mesela deniyor ki Hürriyet’te “Gerekirse silah kullanırız” diye manşet atıldı. İyi de kardeşim bu manşet sadece Hürriyet’te atılmadı ki. Bütün gazetelerde atıldı. Ayrıca bu manşet, gazetenin görüşü değil ki? Dönemin askeri yetkilisi söylemiş, gazete de haber yapmış. Ne yani? Haber yapılmayacak mıydı? O sözü söyleyeni bırakıp o sözü haber yapanla uğraşmak da neyin nesi?
28 Şubat neydi? 28 Şubat günü düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlardı. O kararlar, postmodern bir darbeye işaret ediyordu. Peki o kararların altında imzası olanlar ne olacak? Onlar yargılanmayacak mı? O kararlara dönemin bakanı sıfatıyla imza atanlardan biri de şu anda Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül değil miydi?
Madem manşetler söz konusu ediliyor, o zaman Refahyol’un yıkılıp yeni hükümetin kurulmasını “Türkiye rahatladı” manşetiyle karşılayan gazete neden konu edilmesin.
¡ ¡ ¡
Son sözüm şudur:
Darbeyle ve darbecilerle mücadele etmek yetmez.
Bu mücadeleyi yaparken ahlaklı olmak da şarttır.
DÜNYA turuna çıkmak.
CHP’deki kurultay tartışmalarına dalmak.
Sırf aksiyon sahneleri için çekilmiş bir filmi seyretmek.
Müze gezmek.
Çok kalabalık bir kokteylde “salon adamı” gibi davranmak zorunda kalmak.
Sipariş yazı yazmak.
Fazlasıyla renksiz bir hayat yaşamış birinin anılarını okumak.