Bu kavganın Türkü Kürdü kaldı mı?

Güneşin altında söylenmemiş söz yok sahiden. Gazetedeki son yazımı 4 ay önce yazmışım. 28 Mayıs tarihinde 'benim adıma öldürme' demişim. Benim adıma operasyon yapma, benim adıma dağda elinde silahla dolaşma.

O satırların üzerinden koca bir yaz geçti. Ocağına ateş düşenler için çok daha zor geçen yaz bitti. Şimdi sonbahar. Artık başka bir iklimin eşiğindeyiz. Ama bu eşikte duyacağımız bir başkalık yok. Adına savaş demesek de savaş acımasızlığında yaşanan kayıplar devam ediyor.

Kayıplara dur diyecek, elini taşın altına sürecek birileri aranıyor çaresizce. Kürtlere çağrı yapılıyor. 'Bu gidişe siz dur diyebilirsiniz' deniyor.

Benimse çok samimi duygum şu; bu savaşın Kürt'ü, Türk'ü yok artık. Mevcut kavga günden güne karanlığa çekilerek kimliği sahiplenmenin 'mağruriyetini' yok etti. Yaşanan kayıplardan gurur duyacak, acı çekmeyecek bir tek Kürt olduğuna inanmıyorum artık.

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Kürt kadınlarının tülbentlerinden söz etti. Kadınlara savaşı durdurun çağrısı yaptı. Ama Başbakan'ın görmekte zorlandığı bir şey var; en kanlı kavgalarda bile barışı samimiyetle isteyenlerin duracağı bir ara alan hep vardır. Masumiyetini koruyan, kiri olmayan. Bu çatışmada ne yazık ki o alan eritildi. Kayıplardan samimiyetle acı duyan Kürtlerin itidal çağrısı yapacağı zemin örselendi.

Yazmadığım dönemde neden yazmadığımı soranlara pek çok sebep sıraladım. Ama okura da gecikmiş bir açıklama borcum olduğunu biliyorum. Doğrusu bu süre zarfında elim kaleme gitmedi. Bunda hazırlamakta olduğum kitaba ayırmam gereken zaman etkili oldu muhakkak. Ama daha derindeki sebep şu an yaşananları çaresizlikle sezmemdi. Geri çekilme isteğim, söylenecek her sözün, edilecek her sitemin, yazılacak her satırın aslında yazıldığını düşünmemle ilgiliydi.

Söylenmesi gereken her şey söylenmiş, edilmesi gereken her sitem edilmişti çünkü. Çatışmayı devam ettiren tarafların argümanlarının artık klişeye dönüştüğü, ölümlerin kanıksandığı şu günlerde, yeni şeyler söyleyecek birileri çıksa ve muktedirlere şunu hatırlatsa keşke; eleştirinin içeriden yükselmesi her zaman beklenen, olması gerekendir. Ama eleştirinin içeriden yükselebilmesi için asgari bir zemin gerekir. Asgari bir ahlak gerekir. Ahlakını kaybetmiş bir kavgaya ahlak hatırlatmak beyhude değil mi?

Bu tarz çatışmaların özelliğidir hep; barışı çağıranların durabileceği gizli de olsa bir alan varlığını korur. Yaz başında katıldığımız DPI (Democratic Progress Institue) konferansında İrlanda sorununda çözümün mimarı olan Jonathan Powell bisiklet teorisiyle açıklamıştı durumu. Pedal çevirmenin önemine vurgu yaparak, 'pedal çevirmeyi bıraktığınız an bisiklet düşer' demişti.

Ama Türkiye'de özellikle bu son yaşananlardan sonra sanki pedal çevirenler çözüme doğru değil, başka bir bilinmezliğe doğru çeviriyorlar pedalları. Kendileri de ufuktaki ihtimali tam seçemiyor gibiler. Yoksa iş neden bu kadar çığırından çıksın? Bu kadar kirlensin ve belirsiz hale gelsin. Bunları söylerken yanılma payımın olmasını o kadar içten diliyorum ki.

ESNEMEYEN POZİSYONLAR

Tabii işin bu raddeye gelmesinde tarafların pozisyon ısrarı etkili oldu. Bulundukları pozisyonu kutsallaştırıp, tek adım ilerlemek, yer değiştirmek konusunda çekimser davranmaları bu sonucu yarattı. Ama daha da vahimi, gizli de olsa devam eden diyaloğun etik çerçevesi zedelendi. Hal böyleyken ortada duranların itidal çağrısı anlamını yitirdi. Belki de o sebeple özellikle milliyetçi muhafazakâr basında çıkan 'Kürt aydınları nerede, neden ses vermiyorlar?' beklentisi naif olmanın ötesine geçemiyor. Çünkü yapılan çağrıların gerçek hayatta bir karşılığı yok. İnsan yaşatmanın siyaset kabul edildiği ülkelerde karşılığını bulan söz, Türkiye gibi gücün ve güçlünün etkin olduğu yerlerde ağırlığını koruyamıyor. Çünkü sözü söyleyenin aidiyet kurduğu cenahla ilişkisi, söylenen sözden daha önemli hale geliyor. Türkiye solunda sıklıkla görülen sözün kıymetsizliği bu durumun ciddi bir kanıtı. Barış kelimesini dilinden düşürmeyen beyaz Türk solcularının, savaş çığırtkanlığı kabul edin ki ikrah uyandırıyor.

Bütün bunları konuştuğum bir arkadaşım, Kürt sorununun ne kadar önemli olduğundan söz ederken o alanda kariyer yapanlara değinecek olduğunda, 'İnsan hayatını ilgilendiren böyle kanlı bir sorunda kariyeri kim neden düşünür?' diyecek oldum ve sonra sustum. Çünkü bazıları için sahiden kariyer sorunuydu. Yüzyılın son ve en büyük çatışmasında birileri pozisyon hesabı güdüyordu. Hepsinden ikrah ettim. Siyaset durmuş gibiydi. Dağdakiler hakkında gelen haberlerin parçalı ve eksik oluşu devam ederken, bir ses kaydı sızdı. Uzakta bir yerde, iyi yetiştiği belli olan genç bir istihbarat uzmanı, 'terörist' bildiği bir örgütün jargonunu kullanarak pazarlık etmeye çalışıyordu. 'Sayın' diyerek, 'önderlik' diyerek üstelik. Bunların hepsini anlamak mümkündü. Kapalı kapılar ardında kurulan dilin, seçilen kavramların ne kadar sahici olduğu değil, ne işe yaradığıdır önemli olan.

Sorunu o dil çözecekse, o dile destek vermemiz gerekirdi.

Ama tam da burada şu soruyu sormadan edemiyorum; madem bunlar yaşanıyor, madem kamuoyu önünde asıp kesenler aynı terminolojide buluşabiliyorlar biz neden hâlâ ölüyoruz? Neden öldürülüyoruz?

Bu soruyu sormaya hakkımız var. Ve bir cevap beklemeye. Muktedirlere, elinde silah taşıyan güç sahiplerine dönüp şunu söyleyebilmeliyiz: Gizli kapılar ardında devam eden görüşmelerinizin ahengini, ısrarını hayatlarımızda hissetmemiz için daha ne kadar öleceğiz? Daha ne kadar öldürüleceğiz? Kana ne vakit doyacaksınız? Güç, iktidar mücadelesinin sizin açınızdan tahammül edilebilir, kabul edilebilir seviyeye gelmesini öncelik saydığınız belli. Ya insanınız, ya toplumunuz? Onlara yaşattığınız acılar? O yaraları elde ettiğiniz güçle sarabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Sarılabilir mi? O kadar derin açılmış yaralar kapanabilir mi?

Ama işte güneşin altında söylenmemiş söz yok sahiden. Edilmesi gereken bütün sitemler, yapılması gereken bütün çağrılar yapıldı. Şimdi PKK'nın giderek çığırından çıkan şiddeti karşısında hayrete düşüp 'katliamlar ne kötü be birader' edasıyla konuşmanın artık bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Başından itibaren varlığını şiddet üzerine kurmuş bir örgütün, kendi varlığını tehlikede gördüğü anda şiddetini pervazsızca yükseltmesi, örgüt teorilerini bilenleri nasıl şaşırtmıyorsa bizleri de şaşırtmamalı.

KURBAN SADECE SİVİLLER Mİ?

Elbette sonu gelmeyen ölüm haberlerinin yürek burkan acısı insana lanet okutuyor. Ama burada bir aymazlık görmüyor musunuz? Ölümler asker ya da PKK'dan olduğu zaman ses çıkarmayan pek çok kişi, ölen kişilerin sivil olmasını sorun ediyor. Ölümleri meşru görülen kişilerin 3-5 ay öncesinde sivil olduğu kolayca unutulabiliyor. Böyle bakınca zihinlerine üniforma geçirmiş köşecilerin, ölüm karşısındaki timsah gözyaşları insana güveni bile sarsıyor.

Çaresizlikle, kamuoyuna yön veren kalemlerin daha samimi davranmasını bekliyor insan; PKK gibi halk desteğine yaslanan bir örgütün meşru alana çekilmesinin şartları en azından cesaretle dillendirilsin istiyor. PKK gibi bir yanı meşru taleplere dayanan, ezilmiş geniş halk kitlelerini etkileyen, diğer yandan bu geniş halk kitlesine referansla eylem yapan, şiddet kullanan bir yapının makul tek bir birimi dahi olsa, onunla bağlantıyı korumanın önemi gözden kaçırılmamalı. PKK'yı doğru okuyanların, kavrayanların, terör uzmanlarının başından itibaren söylediği de bu ayrıma dayanıyor zaten; böylesi bir örgütün normalleşmesi için kazanılması gereken yanıyla müzakere edilmeli. Kazanılabilecek yan, meşru taleplere dayanan kısmıdır. Her iki özelliğini birleştirmek, güvenlik eksenli bir yaklaşımı gösterir ki, Türkiye'nin geçmişten bugüne kullandığı yöntem aynıydı. Bu toptancı yaklaşımın Türkiye'yi çığırından çıkan bir gidişe savurduğunu görmek artık zor değil.

Çünkü sadece 'terör örgütü' tanımıyla hareket ettiğinizde, yok etmek üzere tavır alıyorsunuz. Birden fazla boyutu olan kitlesel bir hareketin lokomotifi gibi algıladığınızda ondaki uzlaşma dinamiği ile ilişkilenme şansı edinirsiniz. Sızan MİT-PKK görüşmelerinin hedefi de herhalde buydu.

Umalım ki kör topal da olsa müzakere süreci devam etsin. Ve bir an önce şiddetin durmasını sağlayacak etkisi hissedilebilsin. Bunu dert edinip sorgulamak, daha ne kadar öleceğimizi sormaktan daha az önemsiz değil çünkü.