Kişi, anladığı kadardır... Mevlana’ya atfedilen söz, durumu çok iyi özetliyor: “Ne kadar bilirsen bil, anlattıkların karşındakinin anlayabileceği kadardır.” 

Dolayısıyla, seni belirleyen ve söylediklerine değer kazandıran, karşındakinin anlama kapasitesidir.

Bir de fehmetmek var...

Bildiklerin, söylediklerin karşı taraftan fehmedilemiyorsa, hiçbir şey anlatmamış oluyorsun... Dolayısıyla, ister Descartes ol, ister Nietzsche ol, karşındakinin anladığı kişisin, ancak ve sadece karşındakinin fehmi kadar kıymet ifade edebilirsin.

İsmini şu an çıkaramayacağım bir bilge de şöyle der: “Bir şeyi anlamak, o şeyi bağışlamak demektir.”

 

Nereye bağlayacağım?

Bir süredir, içinde “Ahmet Altan” ve “edep” geçen yazılar yazıyorum. Tabii hemen taraftarlar ve muarızlar oluşuyor. Taraftarların övücü ve sitayişkâr beyanlarını anlatacak, kendime pay çıkaracak, buradan bir konum elde edecek değilim... Muarızların, zaman zaman hakaret sınırlarını aşan, ancak “müstekreh” sözcüğüyle açıklanabilecek tepkilerini dile getirip, oradan bir “masuniyet” çıkaracak da değilim.

Kişi “anladığı” kadarsa, ancak anlayabildiğine tepki verir ve onun kişiliğini belirleyen sadece anladıklarıdır. Fehmedemeyenlerle ne uğraşacağım! Geçiyorum.

Fakat, hedefinizdeki kişi (yani muhatabınız) anlamıyorsa, anlamak istemiyorsa, sadece “anlamak istediğiyle” iktifa ediyorsa, orada ciddi problem var demektir.

Daha açık konuşacağım:

Kelimelere dans ettirme becerisi yüksek ve aynı zamanda usta bir yazar olan Ahmet Altan, nicedir, “beceri” sözcüğüyle yan yana getiremeyeceğimiz türden, tuhaf, öfkeli, nezaket sınırlarını aşan (hayli aşan) yazılar yazıyor ve siyasi iktidarı eleştiriyor.

Konu elbette “iktidar eleştirisi” değil...

Usta yazar hem ağzını bozuyor, hem de bilmediği, tanımadığı, nüfuz edemediği kavramlar üzerinden akıl yürütüyor...

Mesela, “Müslümanlar ve Kürtler” diye başlık atıyor, atabiliyor.

Benzeri bir akılla, “dindar” sözcüğüne de çok sık vurgu yapıyor... Mevcut siyasi iktidarı belirleyen tek hususiyetin dindarlık olduğunu söylüyor ve Kürtleri bunun dışında tutuyor...

Müslümanlığı ve dindarlığı, sadece “hâkim etnik kimlik” üzerinden tanımlamak nasıl bir akıldır?

Daha doğrusu, bu bir akıl mıdır?

Bu durumda Kürtleri nereye koyacağız?

Egelileri nereye koyacağız?

Karadenizlileri nereye koyacağız?

Karşımızdaki bir Cumhuriyet gazetesi yazarı olsaydı, “cahil” der geçerdik...

Bu sıfatı Ahmet Altan’a yakıştıramayacağımıza göre, yaptığı şeyi nasıl açıklamak lazım? Açıklanabilir bir durum mu bu?

Bir de sitemim var:

Kaçtır, “ağzını ve nezaketini bozmaması gerektiğini” yazıyorum ama usta yazardan aldığım cevap, “Başbakanın yazarları hükümeti eleştirmemizden rahatsız oluyorlar!”dan öte gitmiyor.

Hangi yazımda, hangi konuşmamda ve hangi beyanımla hükümet eleştirisinden rahatsız olmuşum? Bunu açıklamak görevi Ahmet Altan’a düşüyor...

Hâşâ, Ahmet Altan’dan benimle muhatap olmasını, hele “seviyeme” inmesini bekleyemem. Bir defa kibri ve şişik egosu buna engel... Bu işi taraftarları yapsın. Mezkûr “rahatsızlığa” ilişkin bir cümle bulsunlar. Arşiv orada duruyor...

Dediğim tek şey şu oldu: “Küfretmek Ahmet Altan’a yakışıyor mu?” 

Karşılığında hep aynı cevabı aldım: “Başbakanın yazarları, ne olacak!”

Dediklerim, demek istediklerim hiç görülmedi.

Hiç fehmedilmedi.

Demek ki, usta yazar Ahmet Altan da “anladığı” kadarmış.

(Star gazetesinden alınmıştır)