Babaannem derdi ki; 'Ağustosa bastık, karın kıyısına bastık'. Yani kış gelmeye başlardı. Önce yağmur yağardı, çokça…
Babaanneme biz ‘Nene’ derdik, köylülük olarak algılanırdı eskiden köy kökenli bazı akrabalarımızca. Ancak bilmezlerdi ki ‘şehirli olabilmek için üç kuşak şehirde yaşamak gerekir. Şehirde köyün yaşandığı yıllar ise sayılmaz.
Bizim köye gelen, köyden geçen Mercedes'i ile hız yapanları Kadir İnanır'ın omuzunda radyo, başında tüylü şapkaya benzetir, gülerdik. Onlar bize hor bakardı ama bizim de onlarla dalga geçtiğimizi hiç düşünmezlerdi bile. Çünkü bizim yanağımız kaliteli ve organik tereyağından kaynaklı kırmızıydı ama burnumuz da sümüklüydü. Yürüyen tavuk yumurtasına ne demeli? Sümüklü olmamıza laf etmelerini anlıyorum, mide bulandırıcı ve iştah kaçırıcı olmalı, annemin tereyağına olan ilgileri azalmazdı ama yine de kötü bir görüntü olmalı etraftaki sümüklü çocuklar…
Bir de benim korkunç bakışlarım, kaş çatmalarım vardı…bu kız çok yabani derlerdi. Halbuki aynı kişiler ben büyüyünce bana çenebaz demeye başladılar. Edepsiz ile eşdeğer?
Trabzon’da çok yağmur yağardı, güzelliği de burdan gelirdi bence. Yağmur doğaya güç verir, toprak yeşerirdi. Moral bozan ve gezme iştahını kesen yağmurdu bu dere-tepeyi çekici kılan. Yağmur tüm planları bozardı, bizim oraya gelenlerin planlarını da, gezemezlerdi. Neredeyse her gün hayatında yağmur olan bir çocuk olarak ayrıca anlamazdım o zamanlar ormanlar nasıl yanar diye; bu kadar yağmur yağıyorsa?…Anneme sorardım, ‘Yanar, yanar…çayır çayır yanar hem de. Her yerde yok ki bizdeki serinlik’ derdi, babam da kıraç ve ağaçsız Maraş’ta askerlik yapmasından bilgili onaylardı onu. Nadir anlaştıkları ve didişmedikleri anlardı. Ben çok hastalanırdım ama severdik havalarımızı…
Gurbetçilere döneyim…yaz aylarında rastladıklarında rengi gözümün önünde olan kırmızı yirmi lira verirlerdi bana ve kardeşime. Kendi akrabalarımız sadece nasihat getirirken onlar bir çocuğu başka türlü sevindirebilirdi…Ancak, benim hiç anlamadığım bir şey daha yaparlardı köyümüzde, karşı köylerde ve orman köylerde….YÜKSEK EVLER…sonra apartman denildi bunlara. Maçka dere içidir ve her yıl sıkıntı yaşardı. Derenin coşkunluğu yerel halk arasında ‘kurban almadan geri gitmeyecek’ olarak algılanırdı. Ancak kimsecikler dere yatağını daralttıklarından, suya akacak yer bırakmadıklarından bahsetmezdi. Allah’ın işi denirdi, koru bizi diye dua edilirdi, Özal ‘Ulusa Sesleniş’ yapardı, hepsi boş gelirdi ama kimsenin elinden bir şey gelmezdi.
Trabzon’un engebeli topografyasına uygun olmayan, doğaya inat dikilen bu binalar sadece çirkin değildi…şimdi daha iyi anlıyoruz. Eski ahşap, estetik evlerin yüzüne hiç birimiz bakmaz; beton duvar, yeni mutfak, fayans banyo peşindeydik. Bu bir zenginlik ve eğitimlilik sembolu idi. Bunu sağlayabilen de çoğunlukla Batı Avrupa ülkelerinden gelen gurbetçiler değil büyük şehirlerden gelen gurbetçiler idi aynı zamanda. Daha az parası olan yerel halk da aynı şeye özenirdi. 7 katlı bina yapan, alttaki 6 katı 6 çocuğu arasında paylaştıran ve en üst katta da kendisi oturan emekliler.
Yılda sadece 2 ay oturacakları gereksiz, itibar kabul edilen, doğaya inat, zevksiz, tahrip edici beton çıkıntılar…
Çok kullanılmayan, doğa şartlarına uygun olmayan, kısa sürede eskiyen binalar…
Bir de ıslah diye yatağı ve yönü değiştirilen, akışı hızlandırılan dereler…
Çevreye etkileri tahlil edilmeden yapılan hidroelektrik santraller…
Yağışın etkileri hesaplanmadan yapılan yollar…
Beton sevdamız…
Bugün, İngiltere’ye taşınan bazı Türkiyelilerin ziyaretine gelen anne babaları mahalle parkının gereksiz büyüklüğü karşısında ‘Habu parka kaç abartıman sığar!’ deyince herkes gülümsüyor çaresizce!
Köye ev yaptırmak, derenin yönüne müdahale etmek ihya etmiyor, ıslah etmiyor, perişan ediyor, doğayı yıkıyor ve can alıyor.
Daha fazla zarar görmesin ülkemizin doğası ve ölmesin insanları…Elimizde olan engellenebilecek ölümlere, kayıplara hiç birimizin yüreği dayanmıyor artık.