Yani, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad henüz “Esed” olmamışken...
Yani dostluklarımız bakiyken...
Ona ne tavsiye etmiştik?
Hatırlatayım:
“Zindanları boşalt” demiştik.
Yani, “İçeri tıktığın muhalifleri serbest bırak...”
Kardeşimiz Esad o günlerde bize ne cevap vermişti?
“Ne muhalifi kardeşim, onlar terörist...”
BİRİ ÇIKIP BİZE DESE Kİ: ÇIKARIN
Şimdii...
Biri, dost biri, çıkıp bize dostça dese...
“Zindanları boşalt..”
Yani “İçeri tıktığın muhalifleri serbest bırak...”
Ne cevap veririz?
“Ne muhalifi kardeşim, içeride muhalif mi var?”
Ee Silivridekiler?
“Onlar darbeci ve terörist...”
Sahi Beşar Esad da o günlerde bize aynı cevabı vermemiş miydi?
“Ne muhalifi kardeşim, onlar terörist...”
ONLARA İNANMAMIŞTIK BAŞKALARI BİZE İNANIR MI
Esad, “Onlar terörist” dediği zaman biz inanmamıştık.
Şimdi biz de başkalarına “Onlar terörist” dediğimiz zaman kimse inanmıyor.
Çünkü bugün bize bu lafı söyleyenlerin ülkelerinde kitap yazan insanlara terörist denemiyor.
Tek suçu bir internet sitesinde, gazetelerde, televizyonlarda muhalefet yapmak olan insanlar, derme çatma senaryolarla, lime lime dökülen iddianamelerle, artık uydurma olduğu kanıtlanmış belgelerle, hâlâ itibar edilen imzasız mektuplarla, çürütülmüş güya delillerle içeri tıkılmıyor, yıllarca içeride tutulmuyor.
Artık herkes geçmişten dersini aldı...
Öyleyse ileri bakalım, gerçek demokratik bir ülke mi istiyoruz...
Son yıllarda paramparça olan ruhumuz, bedenimiz yeniden bir araya gelsin mi istiyoruz...
İki yakamızı yeniden bir araya mı getirmek istiyoruz...
Boşaltalım artık Silivri zindanlarını.
Çıkan kanunlara rağmen o insanları hâlâ içeride tutan “yeni Jakobenlerin” inadını aşamıyor muyuz?
İşte halkın seçtiği Türkiye Büyük Millet Meclisi orada. Ülkenin vicdan sahibi insanları istiyor.
Cumhurbaşkanı şikâyetçi. Başbakan daha geçen gün, “Bırakın artık” diye çağrı yaptı.
Onlar bırakmıyor mu? Siz bırakın.
Bir maddelik kanunla, bir afla...
O zaman hiçbir densiz, “Sıra Türkiye’de” gibi bir deli saçmasını ağzına almaya cesaret edemez.
TÜRKİYE Büyük Millet Meclisi 14 Ağustos’ta toplanıyor.
Gündeminde iki konu var.
Terör ve Suriye...
Bir araya gelmek, yeni bir ruhla ileri atılmak için yepyeni bir fırsat.
Öyleyse, şu stratejik derinlik kitabını bir kenara koyup, şu Ortadoğu’ya bir de kendi gözümüzle bakalım.
? Biz, Suriye’de muhalefeti destekliyoruz, resmi açıklamalarımızda, “Suriye halkını” desteklediğimizi söylüyoruz, ama bizim dışımızdaki herkes biliyor ki “aslında Sünnilerin” iktidara gelmesini istiyoruz.
? Biz Suriye’ye demokrasi gelmesini istiyoruz, ama eline silah geçiren muhalefet daha şimdiden Hıristiyanlar ve Aleviler üzerinde terör estirmeye başladı.
? İran, Esad’ı devirmeye çalıştığımız için bizi, “Amerika’nın piyonu” olarak görüyor.
? Ama aynı İran, Irak’ta Amerika’nın desteklediği Şii yönetimi destekliyor. Biz ise Sünnileri devre dışı bıraktığı için Irak yönetimi ile kanlı bıçaklıyız.
? Suriye’de Esad rejimini devirip “demokrasiyi getirmek” için Suudi Arabistan ve Katar’la derin bir işbirliği yapıyoruz. Ama Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanamaması konusunda tek kelime etmiyoruz.
? Biz Suriye’de “insan haklarına” saygı gösterilmesi için muhaliflere silah veriyoruz. Eline silah alan muhalifler, yakaladıkları Esad yanlılarını anında infaz ediyor.
? Esad, Türkiye’nin içindeki bölücü örgütü destekliyor, eline silah veriyor. O da gelip bizim askerimize saldırıyor.
? Suriye’de rejimin insanları katletmesine şiddetle karşı çıkıyoruz, ama bütün dünyanın “İnsan kasabı” olarak kabul ettiği Sudan Devlet Başkanı’nı çok özel misafir olarak ağırlayıp bir de askeri yardım anlaşması imzalıyoruz.
Söyler misiniz “evrensel değerler”, dediğimiz, “insan hakları” dediğimiz, “demokrasi” dediğimiz, mevsimlerden “bahar” dediğimiz şey bu bölgenin neresinde?
Ben kendi payıma, Suriye’ye baharın mı, yoksa felaket bir karakışın mı geldiğini hâlâ bilemiyorum. Göremiyorum.
Bildiğini söyleyenlere de zerre kadar inanmıyorum.
Bildiğim tek şey ise şu:
Türkiye Büyük Millet Meclisi 14 Ağustos’ta terör ve Suriye meselesini görüşmek için toplanıyor.
Umarım bu toplantıdan, 1 Mart tezkeresi gibi bir mutabakat politikası çıkar.
Tehditlerin büyüdüğü, savaş ihtimalinin kapıya dayandığı bu günde, şahsi fantezilere değil, Türkiye’nin menfaatine dayalı bir dış politikanın belirlenmesi ülke olarak gücümüzü artıracaktır.
Eminim hiç küçümsenmeyecek sayıda AK Parti’li de bu söylediklerimin ne anlama geldiğini çok iyi anlıyor.
(Hürriyet gazetesinden alınmıştır)