1965'ten bu yana 47 yıl geçti ama bazı mevziî çıkışlar dışında Tek Parti Dönemi'ni bütün halinde soruşturan bir komisyon kurulamadı. Bence darbe dönemleri kadar karanlık bir dönemdir Tek Parti devri ve mutlaka bütün olarak araştırılmalıdır.
CHP yönetiminin Suriyeli mültecilerin barındığı bir kampı ziyaret etmesine izin verilmemesi üzerine başlayan tartışmalar Başbakan Erdoğan'ın siyasî rakiplerine 1944 Boraltan köprüsü faciasını hatırlatmasıyla yine bir tarih tartışmasına dönüşüverdi.
İyi de Boraltan faciası neydi?
Nazilerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Sovyetler Birliği tarafından aranan 146 Azerbaycanlı, Aras nehri üzerindeki Boraltan köprüsünden geçerek Türkiye'ye iltica etmişlerdi. O tarihte Almanlar yenilmiş, Türkiye de çark ederek Mihver devletlerden uzaklaşıp usulca Müttefiklerin safına kaymıştı.
Halk mülteci Azeri 'kardaşları'nı bağırlarına basmıştı ama Çankaya'da oturan sözde Türkçü zatın şu demeci Balkanlardan Kafkasya'ya kadar hemen her Türk'ü sersemletmişti:
"Misak-ı Milli hudutları dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz!"
Ne anlama geliyordu bu tuhaf söz? Yoksa "Yurtta sulh, cihanda sulh"ün aynı zatın kafasındaki anlamı, 'Türkiye'de yaşayan herkes Türk'tür, dışındakilerin canları cehenneme' gibi tasfiyeci bir denklem miydi?
Sovyetler, Azeri mültecilerin teslimi için bastırıyordu. Çankaya direnmedi. Nasıl olsa onların 'Türk' olmadıklarını ilan etmemiş miydi? Karar gecikmeden çıktı: Geldikleri gibi giderler! Yani: Aynı köprüden Sovyet güçlerine teslim edileceklerdir.
Azerilerin teslim anını Karslı gazeteci Temraz Kesemenli şöyle anlatıyor:
"146 kişiyi zamanın hükümeti hiç çekinmeden trenlere doldurarak Boraltan sınırından Ruslara teslim etmiştir. Azeri kardeşlerimiz Kars'tan geçerken, istasyon kenarındaki evlerden bu faciayı gören birçok hemşehrimiz olmuştur. Buralardan geçen o 146 kişi üzerlerinde ne kadar kıymetli eşya varsa trenin pencerelerinden halka atıyor. Sadece üzerlerinde gömlek ve pantolonları kalıyor." (www.haberler.com)
Bir partili İsmet İnönü'nün ayağını öpüyor.
Azeri mülteciler sınırı geçince öldürüleceklerini anlatmak istiyorlar. Nitekim makineli tüfeklerle taranarak kurşuna dizileceklerdir.
Bu kara lekenin kahramanı olan zat, "İçeriye Türkçü" Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'dür. Nitekim facia, Ekim 1965'te yapılan seçim öncesinde Süleyman Demirel'in Adalet Partisi ve gazetesi "Adalet" tarafından gündeme getirilmiştir (7 Ekim 1965). İmzasız başyazıda İnönü'nün 12 büyük günahı sayılırken Boraltan faciası da zikredilmiş ama orada kalınmayarak Özalp'ta 33 vatandaşın kurşuna dizilmesi, İstiklal Mahkemesi kurarak "nice insanı haklı haksız darağacına yollaması" ve ülkeyi 20 yıldan fazla sıkıyönetimle yönetmesi... gibi suçları da ortaya serilmiştir.
1965'ten bu yana 47 yıl geçti ama bazı mevziî çıkışlar dışında Tek Parti Dönemi'ni bütün halinde soruşturan bir komisyon kurulamadı. Bence darbe dönemleri kadar karanlık bir dönemdir Tek Parti devri ve mutlaka bütün olarak araştırılmalıdır.
Araştırılmalıdır deyince sadece İnönü'nün oğlu Ömer'in sahibi olduğu paravan petrol şirketinin aldığı ihaleler gibi usulsüzlüklere takılıp kalmayı kastetmiyorum. İç ve dış politikadaki hatalar ve facialar da sorgulanmalıdır. En azından Yassıada'da DP için yapılan sorgulamalar kadarını CHP dönemi için yapmadıkça demokrasimizin gerçek macerasını anlatma şansımız olmayacaktır. Anlattıklarımız da İnkılap tarihçilerinin vaziyeti kurtarmaya dönük yamama çabalarından öteye gitmeyecektir.
Bugün gündeme getireceğim bir başka yüz kızartıcı olay, Makedonya'da (eski deyişle Yugoslavya'da) geçmiştir.
Üsküplü Müslüman Türkler, haklarını korumak üzere 1945'te bir direniş örgütü kurarlar. Yücelciler adını alan örgütün hikayesi ve hakkındaki bilgi sayesinde ulaştığımız Mehmed Ardıcı'nın "Yücelciler 1947" adını taşıyan değerli hatıratından başka bir vesileyle bahsetmek isterim. Ancak bugün Makedonya'daki haklarımızı korumak için kurulan ve Üsküp Başkonsolosumuz Emin Vefa Gerçek'in de haberdar ve bağlantı halinde olduğu bu örgüte yapılan ihanete dikkatinizi çekmek istiyorum.
Ardıcı, Nazi kamplarında ölenlere ağlayan aydınlarımıza, burunlarının dibinde, Makedonya'da bunca Müslüman'ın boğazlanması karşısında neden kıllarını kıpırdatmadıklarını soruyor haklı olarak. "Yarınki Balkanlarda siyasî haritayı değiştirebilecek güç sıfıra indirilirken sizler de göz yumdunuz" diyor.
Nasıl mı indirmişler? Özetliyorum ki, yarımdır, peşinen biline!
Belgrad'da aslen 'asker kaçağı' olan zamanın Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ile görüşüyor Yücelciler, kendilerini anlatıyorlar. Saraçoğlu, "Sahi bu kadar nüfusa mı sahipsiniz?" diye şaşkın şaşkın soruyor. Tepkilerini içlerine şöyle gömüyorlar: "Pes, vallahi pes, billahi pes. Yalı kazığı mı diktiler seni Ankara'ya?" Dış politikamız bir zamanlar böyle cahillerin elinde oyuncak olmuştu işte.
Oyuncak olsa neyse. Bir de ihanet olmasa!
Üsküp Konsolosumuzla irtibat halinde örgütlenen Yücelciler ihbar edilir ve yakalanıp işkence altında sorgulanırlar. Hücresinde şu yakıcı cümleler dökülür yazarın ağzından: "Bizler, yıktırılmış bir cihan devletinin kabul edilmemiş bir mirasıyız. Şimdiye dek namuslu kalabilmişsek Osmanlılığımıza borçluyuz. Kurtuluş ümidimi geri getiren işte bu."
Türkiye'den ses yoktur.
Mahkemeden 4 idam kararı çıkar, 2-20 yıl arasında çeşitli hapis cezaları.. Makedonyalı Türkler kararlara Türkiye'nin tepkisini beklemektedir. Türkiye'den yine ses yoktur.
Arkadaşları Şuayip, Ali, Nazmi ve Adem idam edilirler. Yine ses yok.
Oysa teşkilat kurulurken kendilerine "Nüveyi oluşturun. Talimatlarımızı tatbik edecek, bilgi alabileceğimiz bir grubun varlığını bilmek istiyoruz" diye haber yollayan da Türk Konsolosudur. Bunun anlamı, "Ben sizi tanımıyorum, siz de beni" repliğidir.
Mehmed Ardıcı'nın şu sözlerini içimiz yanarak okuyoruz:
"Açıkça söylüyorum: Türkiye'nin kulaklarını tıkayarak oturması ne acıdır ki, devrin siyasi liderinden sadır olan 'Misak-ı Milli hudutlarının dışında Türk unsuru kabul etmiyoruz' kelamı, karşımızdakilerin teşvik görmesi, aferinleri manasındadır."
Makedonya'daki Türklere önce umut verilip sonra temizlenmesine ses çıkarılmaması olayı tek değil ki. Boraltan faciası ile aynı yılda, Romanya'ya iltica etmiş olan 20-30 bin civarındaki Kırım Tatarının Türkiye'ye sığınma talebine ret cevabı veren de aynı İsmet Paşa zihniyeti değil miydi?
Dediklerine göre Azeri mülteciler askerlerimize "Bizi Rus'a teslim etmeyin kardaşlarım. Siz vurun" diye yalvarmışlar. İsmet Paşa'nın kendilerine hangi gözle baktığını bilseler, susmayı tercih ederlerdi eminim.
(Zaman gazetesinden alınmıştır)