Bizim genetik “ibret”imiz oğlum… Bundan sonra gazetecilikten uzak durmaktır…



Rüzgar, yağmur karışmıştı birbirine…

Köpük köpüktü deniz…

Huzursuz biçimde…

Oğlum yavaş yavaş bir davranış modeli geliştiriyor…

Babasını taklit ediyor…

İki buçuk yaşına basan erkek çocuklar bunu hep yaparlar mı bilmiyorum…

Babalarını taklit mi ederler hep?

Erkek çocuğum olmadı daha önce, ki bileyim kıyaslayayım…

***


Çocuk olayına ne kadar da uzaktım ki ben yıllar boyu…

Atina günlerimden bu yana, çocuklarım dediğim insanlar, benimle çalışan yüzlerce gazeteci ve muhabirlerdi…

Ben onlara “çocuklarım” diye hitap ederdim… “Gazeteci” yetiştirmeye adamıştım hayatımı…

“Deli gazeteci” olmalarını isterdim her birinin…

Haberi yakaladı mı bırakmayan…

Kimselerle “kirli çıkın ilişkilere” girmeden…

Haberin “haber değeri” dışındaki, değerleriyle haşır neşir olmadan…

Gizli kapaklı ilişkilerden uzak…

Ticari çıkarların yönlendirmesinden ırak…

Muhalifse muhalif…

Yandaşsa yanlılığını saklamayan…

Haberi şöyle veya böyle diye ayırmayan…

Gazeteciliği başkalarının hoparlörü değil, kendi bildiği, benimsediği değer yargılarının zanaatı olarak gören…

Kimselerin adamı olmadan…

Yasalara saygısız davranmadan…

Vicdanını yanında taşıyan bir portreyi yetiştirmeye çalıştım…

***


Bize öğretilen gazetecilik mesleği buydu…

Onu bir kuşaktan bir başka kuşağa aktarma görevi bana düşmüştü…

Haberin heyecanını “deliler gibi” duyardım…

Onlara salt habercilik yaparlarsa o deli heyecanı yaşayacaklarını anlatırdım…

Kasetler fırlatılırdı, iyi olmamışsa prodüksiyon…

Reji inlerdi abartılmışsa başlık, yanlış olmuşsa haber…

Bir deli heyecanı bir deli şizofreniyle yaşardı haberciler…

Kimselere özel garezimiz olmazdı…

Fakat kimselerin talimatlı ya da iteleyen yönlendirmesine de girmezdik…

Haber merkezinde muhafazakar kanalların en tepe görevlerinde bulunmuş arkadaşlar görev yaparlardı…

Kanını akıtsan “Atatürk” diyecek müdürlerle yan yana çalışırlardı…

Kürt olup “Kürt meselesinde radikal düşünenler” vardı…

Kimselere söylemezdim, ama hissederdim, bilirdim…

En yakın arkadaşları derinden milliyetçi olup, Apo’yu idam etmeyenleri yerin dibine batıranlardı…

“Derin devlet” de var mıydı

acaba haber merkezinde?

Mutlaka bir yerlerde bir bağlantılar vardır, olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır da…

Görünürde, etkin yetkin pozisyonlarda pek kimsecikler yoktu öyle sanıyorum…

Ya da hâlâ safım öyle zannediyorum…

***


Derin ve kasvetli havalar esmezdi haber toplantılarında…

Biraz gırgır, bolca şamata…

Daha iyi haber üretimi için fırça üstüne fırça…

İlgimi bildiklerinden içine bol “futbol” sosu sürülmüş muhabbet…

Bir acayip, bir delidolu, dünya televizyonlarına mucize başarılarla geçmiş “fanatik bir gazetecilik sevdasıydı…”

Bu oyunun çıkarlarına uygun düşmediğini gören, gazetecilik dışı birileri bir gün düdüğü çaldılar ve bitti…

Önemi yok…

Hayatımı değiştirdim o günlerde…

Yazılara geçtim…

Futbola girdim…

Sesi ve görüntüsü gür çıkan iki kadından, biri manevi, ikisi biyolojik üç çocuk sahibi oldum… Başka bir hayata yelken açtım…

***


Fakat…

Dün sabah iki buçuk yaşındaki minik oğlum “gazeteci” gibi davranınca irkildim…

Poyraz babasının çalışma masasının yanına geldi…

Kucağına oturmak istedi…

Tıpkı babası gibi bilgisayarın tuşlarına vurmaya çalışıyordu…

Masada ne evrak varsa açıp bakıyordu…

Gazeteleri babası gibi okuyordu…

Kitapları alıp, içini açıyor, babası gibi kitapları okur gibi yapıyordu…

***


Bunları yaparken bir taraftan bana bakıp muzip muzip gülümsediğini gördüm…

Yaptıklarını onaylamamı, onun davranışlarından gururlanmamı istiyordu…

Göz ucuyla beni süzüyordu…

Yıllar çok uzun yıllar önce, Ahmet Altan’ın bebek olduğu günlerde babası Çetin Altan’ın onu kucağına aldığını yazdığı bir yazıyı hatırladım…

Bir gece vaktini anlatıyordu Çetin Altan…

Yıldızlar tepedeydi…

Minik Ahmet’in bakışından babası onun “yazıyla haşır neşir bir hayat süreceğini” anlamıştı…

Hiç istememişti, kendi yaşadığı belaların bir benzerini çocuğunun sürdürmesini…

***


Dün sabah oğlumu tuşlara basmaya çalışır “gazetecilik heyecanını” gördüğümde bir tuhaf oldum, kötü hissettim kendimi…

“Seni gazeteci yapmamak için elimden gelen tüm çabayı harcayacağım yavrum” diye geçirdim içimden…

Başının hiçbir zaman beladan kurtulmayacağı bir gazetecilik serüvenini, salt gazeteci kalmak istemenin kimse tarafından mümkün görünmediği dipsiz girdaplar, hiç kimsenin adamı olmadan gazetecilik yapmaya çalışmanın “recm”e özne anlamına geleceği bir gazeteciliği oğlumun hayatına reva göremezdim… Yemin ettim oğlumu gazeteciliğe zinhar heves ettirmemeye…

Eğer hayatın bir kuantumu varsa…

Eğer yaşam olaylardan dersler çıkartarak ilerlemekse… Eğer yaşadıkların bundan sonra nasıl yaşayacağını gösteren bir “ibret”se…

Bizim genetik “ibret”imiz oğlum… Bundan sonra gazetecilikten uzak durmaktır…

*****


GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

LİDERLERİN UYGULAYACAKLARI ÜÇ KAPI TESTİ…

“Kriz anlarında sükunetinizi korumak, sizi yıllar sürecek acı ve ıstıraptan korur…

Sakinliğinizi korumak için ‘Üç Kapı Testi’ adını verdiğimiz faydalı bir strateji vardır…

Çok eski zamanlarda bilgeler, söyleyecekleri sözler sadece ‘üç kapı’dan geçerlerse konuşurlarmış…

İlk kapıda kendi kendilerine şunu sorarlarmış:

‘Bu sözler gerçeği içeriyor mu?’

Eğer öyleyse bunu geçip diğer kapıya yönelirlermiş…

İkinci kapıda bilgeler şunu sorarlarmış:

‘Bu sözler gerekli mi?’

Eğer gerekliyse bilgeler şu soruyu sordukları üçüncü kapıya ulaşırlarmış:

‘Bu sözler nazik mi?’

Eğer öyleyse kelimeler dudaklarından ayrılıp, dünyaya ulaşırmış…

Robin Sharma…”

***


Siyaset bir mücadele sanatı…

Mücadele ede ede, kazana kaybede

geleceğiniz yerlere geliyorsunuz, isteklerinizi gerçekleştiriyorsunuz…

Siyasetin doğasını, siyasetin kronik mağduriyeti haline getirirseniz, bir süre sonra sadece hesaplaşmalar üzerine siyaset inşa edersiniz…

Oysa hayat devam ediyor…

Ve gelecek günlerin ilk günü bugün başlıyor…

*****


3. OSCAR’INI SEYREDERKEN…

Onu seyrederken bir insanın sadece mesleğini yapabilmesinin dayanılmaz keyfinin ne kadar muhteşem bir şey olduğunu hissettim…

Meryl Streep 7 Altın Küre aldığı meslek hayatının üçüncü Oscar’ını almaya gelirken, “Biliyorum” dedi, “Dünyada bu canlı yayını izleyen 1 milyar insanın yarısı yine mi o…” diye geçiriyor içinden… “Ben de öyle dedim, fakat ne yapayım ki böyle…”

***


Amerika’daki dünyanın en büyük sinema ödülleri olan Oscar Akademi Ödülleri’ni yazan pek kimse yok…

Ya izleyecek mood’da değildi birçok yazar…

Ya da yazacak mood’da değiller…

Bir zamanlar televizyondayken, her demecimde Oscar törenlerini kutsardım…

“Hayattaki amacım bir gün Oscar almak” derdim…

Oysa Oscar almak bir yana, hayat Oscar almaya yönelik bir kariyeri sürdürmeyi bile engelliyor artık bu ülkede…

Günlük rövanşlar, bitmek bilmeyen siyasi

hesaplaşmalar, tutuklamalar, kavgalar, psikolojik harekatlar, Oscar gibi yaratıcılığın en estetik düzeyde kanatlanacağı görsel sanatları icra etmek bir yana, ancak yaşama tutunabilmeyi sanat haline getiriyor…

“Hayat Güzeldir” (La Vita e Bella) filmi en zor şartlarda “çocuğuna hayatı güzel olduğuna inandırmaya çalışan bir babanın” öyküsüdür…

Roberto Benigni’nin bisikletiyle Oscar aldığı ödül törenini izledim önceki gece sabaha karşı…

Hayat ne kadar da güzel görünüyordu oralarda…

VATAN