Biraz itidal lütfen
27 Mayıs 1960 darbesinde Demokrat Parti’yi vurdular. CHP’liler sevindiler ve darbeyi desteklediler. Demokrat Parti, laikler tarafından dini siyasete alet etmekle suçlanmıştı. Menderes’in, Said Nursi’nin elini öptüğü iddiası, temel gerekçelerden birisiydi.
12 Mart 1971 darbesi solcuları vurdu. Sağcılar darbecileri desteklediler. Adalet Partisi, Deniz Gezmişlerin idamının baş aktörü olarak ortaya çıktı. 12 Mart darbesinden kurtulmak için CHP, MSP ve AP ittifak yaptı. Parlamenter zemindeki sağ-sol işbirliği, darbecilerin gerilemesini sağladı.
12 Eylül 1980, sağıyla soluyla parlamenter rejimin bütününü hedef aldı. Rejim, aşırı sağın tektipleştirici ideolojisi esas alınarak yeniden inşa edildi. Bu nedenle Türkeş, mahkemelerde, “Biz hapisteyiz, düşüncelerimiz iktidarda” deme gereğini hissetti.
28 Şubat 1997 ‘post-modern müdahalesi’ 12 Eylül rejiminin restorasyonunu amaçlayarak, dindar kökenli bir siyasi akımın iktidarının önünü kesmeyi hedefledi.
Doğu Konferansı deneyimi
28 Şubat’ın yıkıntıları arasından çıkarken ABD’nin Irak’a saldırması üzerine bir grup aydın, yeni bir arayış içine girmiştik. Aralarında solcuların, dindarların, liberallerin, milliyetçilerin bulunduğu bu ekibin hedefi, Doğu dünyasıyla temas kurmak, farklı geleneklerden bir ortak kültür oluşturmaktı.
Sağ ve sol kesimin gazetecileri ile akademisyenleri ilk kez böyle bir boyutta yüz yüze geldiler, yeni bir tartışma zemini gelişti.
Doğu Konferansı’nda birleşenleri motive eden ortak nokta, otoriterliğe, darbeciliğe, tek tipliğe karşı birliktelik arayışıydı.
2007 yılında, yoğunlaşan darbeci müdahalelere karşı ortak bir cephe oluştu. Laikler, bu süreç içinde ‘darbeciler’ ve ‘darbe karşıtları’ olarak bölündüler. 2007 krizinin aşılmasında ve darbeciliğin yenilgiye uğratılmasında bu bölünmenin oynadığı rolü, gelecekte daha net bir şekilde analiz edebileceğiz. Kürtler, dindar siyasetçiler, başörtülü kızlar ve demokrat aydınlar, dönemin mağdurları arasındaydı.
Ergenekon davası yeni bir dönüm noktası oluşturdu. Dindarlar, demokrat aydınlar ve Kürtlerin önemli bir kesimi, darbeciliğe karşı demokrasinin önünün açılmasına yarayan süreçte birlikte hareket ettiler.
‘Kürt sorunu’ ise şu an öncekilerden daha karmaşık bir denklem olarak önümüzde. Eskiden ortak irade göstererek demokratikleşmeyi ileriye taşıyabilmiş olan farklı toplumsal eğilimlerin bu kez daha kararsız bir duruş sergilediklerini, yön çizmekte zorlandıklarını görebiliyoruz.
AK Parti’nin geçmiş hükümetlerden daha çözüme yönelik adımlarının varlığına rağmen, açılım politikası sert tepkilerle karşılaştı, bir tereddüt dönemine girildi. PKK’nın yaygınlaştırdığı saldırılar, hükümetin öfkeli karşı tepkilerini kışkırttı. Sonuç olarak, kendimizi düşünce özgürlüğünü de hedef alan çok boyutlu tehditleri içinde barındıran bir psikolojik ortamın içinde bulduk.
Medyada kışkırtıcılıktan kaçınmak
Merkez çizgisini Akit’in oluşturduğu bazı gazeteler, web siteleri ve köşe yazarları, ırkçı, anti-semitik çizgiler de içeren geleneksel sol düşmanlığını yeniden aktive eden bir dil geliştirmeye başladılar.
Büşra Ersanlı’nın ayrıldığı eşinin Yahudi olması, geçmişte askeri darbeler döneminde (artık Türk Ceza Kanunu’nda suç sayılmayan) 141. maddeye muhalefetten yargılanan sol bir örgütten tutuklanmış bulunması gibi gerekçeler, bir suçlama gibi çarşaf çarşaf yayımlandı, yayımlanıyor. Yahudi bir eşe sahip olmayı, geçmişte bir sol örgütten yargılanmış olmayı terörle ilişkilendirebilen bir zihinsel dünya ile karşı karşıyayız.
Bu tür tablolarla geçmişte çok karşılaştık. MİT raporlarına geçmiş bu tür malzemeler, özellikle ırkçı basında ve darbeler dönemlerinde çok kullanıldı.
Dünyanın hiçbir ‘normal’ ülkesinde, bir insan, ırkı, dini, ideolojisi, mezhebi, düşünceleri nedeniyle böyle bir biçimde hedef haline getirilemez. ‘Soğuk Savaş’ dönemini andıran bu kültürün Türkiye’ye demokrasi, basın özgürlüğü, evrensellik, insan hakları gibi konu başlıklarında bir mesafe kat ettirmesi elbette beklenemez.
Biraz itidal lütfen...