Beyaz Saray’da kim kimi ikna etti?
Önemli konukları olduğu zamanlarda ABD başkanları ortak basın toplantılarını orada düzenlerler. Süleyman Demirel, Turgut Özal diğer birçok uluslar arası önemdeki devlet adamları gibi Gül Bahçesinde ABD başkanlarıyla birlikte yer alabilen Türk liderlerinden idiler.
Şimdi Recep Tayyip Erdoğan da Gül Bahçesinde misafir edilenler listesine dâhil oldu.
Yok, yok… Yanlış anlamayın, kimsenin boyu falan uzamıyor orada… ABD diplomasisinin jargonunda önemli bir yer Gül Bahçesi, önem sadece ondan dolayı.
Telefonda, elektronik iletilerle ve Ankara’da bitmek tükenmek bilmeyen diplomatik resepsiyonlarında arkadaşlar, dostlar ve yabancı diplomatlar ısrarla aynı şeyi sormakta Erdoğan’ın Beyaz Saray ziyaretinden bu yana: Kim kimi ikna etti? Gerçekte Beyaz Saray’da ne oldu?
Şimdi Kıbrıs’ta olsa derim ki 24 saat içinde her şey belli olur azıcık sabredin. Ankara ketum, ancak işine geleni işine gediği gibi “servis” etmekle ünlü. Washington, eeeh, Ankara’nın da ustası sayılır bu konuda. Zaman lazım tam olarak ne olduğunu öğrenmeye.
Ancak, iki liderin Gül Bahçesi sözleri ve vücut lisanları aslında her şeyi anlatmaya yetiyor. Gözünüzün önüne getirmeye çalışın. İç sorunlarının altında ezilen ama ezilirken bile misafir devlet adamına “ABD’de demokrasi işte böyle bir şeydir. Başkanı da haşlarlar, ızgara ederler, ve başkan da eleştiri hakkına saygı göstermek zorundadır” mesajı vermeye gayret ediyor.
Açıkca “Hatalıyız, yönetimde zafiyet oldu. Durumu düzelteceğiz. Görevim hatanı tekrarını engellemektir, bunu yerine getireceğim” diye konuşuyor Obama… Kimin yanında? En ufak eleştiriyi hiddetle, şiddetle lanetleyen, cezalandıran Erdoğan karşısında! Başkanlık sistemi mi? Al işte başkanlık sistemi uygulaması. Tabii Erdoğan’ın Türk tipi sucuk der gibi Türk tipi başkanlık sistemi sözünü niye ettiği daha net ortaya konuyor böylelikle. Her konuda yetkili ama hiçbir konuda hesap vermeyen vermesi istenmeyen bir başkan kafasındaki…
Tabii bunları konuşmadı liderler Beyaz Saray’da… Ancak belki Kürt açılımı çerçevesinde başkanlık sistemi ve yeni anayasa projesi hakkında bilgi vermiştir Erdoğan… O bilgiyi de Obama’ya elçilik zaten çoktan vermiştir.
Kıbrıs? Obama tek söz bile etmedi ama Erdoğan Obama’nın huzurunda, Beyaz Saray Gül Bahçesinde ilk kez “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” adını telaffuz edip, çözüm istencinden, Rumların ayak sürümesinden söz etti. Dahası, Erdoğan bu sözleri söylerken Obama destekler mahiyette başını sallamakta idi. Buna ne anlam vermek gerekir? Durum açık, ABD de UBP’deki isyan sebebiyle kırk yılın başı gittiği seyahatten apar topar dönen Başbakan İrsen Küçük gibi “çözüm, illa da bu yıl çözüm” diyenlerden. Yoksa Küçük ABD’nin dediğini mi tekrarlıyordu?
Göreceğiz bakalım ne olacak. Nikos Anastasiades selefi Demetris Hristofyas yoldaştan daha da becerikli çıktı mazeret yaratıp ayak sürümekte.
Gelelim zurnanın zırt dediği noktaya…
Dikkat ettiniz mi? Washington’a giderken Türk heyeti Reyhanlı’daki kanlı olayın da kullanılarak ABD’nin Suriye politikasını artık “değnek kullanma zamanı geldi” yani güç kullanma noktasına getirme niyetindeydi. Nitekim son beyanlarda açıkça bu beklenti ortaya konmakta idi.
Peki ne oldu?
Gül Bahçesindeki Erdoğan güç kullanmadan hiç bahsetmedi, diplomasiye şans tanınmasını, ABD-Rus eksenindeki Cenevre sürecine şans verilmesini falan anlattı… Üstelik o bunları anlatırken iç sorunlardan iyice bunalan Obama’nın gözlerinde o gün ilk kez gülümseme işaretleri belirdi. Kim kimi ikna etmiş? Belli oldu herhalde.
Bu saatte Türkiye artık yavaşça Suriye politikasını revize etmeye başlama durumundadır. Zaten başka bir yol görünüyor muydu? Yani Türkiye’nin ABD’yi ikna etmesi mi bekleniyor idi? Hayal kurmak serbesttir ama hayallerin peşinden koşmak oldukça masraflıdır. Umarım dışişleri bakanımız da bu dersi almıştır.
Bu arada Beyaz Saray yemeğine katılım da ilginç bir listeyle oldu. Erdoğan’ın beraberinde iki başbakan yardımcısı ve bir ordu bakan olduğu halde yemeğe dışişleri bakanı ve MİT müsteşarı katıldı. Niye? Başkan ve adamları hikâyesi mi? Yanlış oldu hem de çok yanlış.
19 MAYIS KUTLU OLSUN
Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcını simgeleyen 19 Mayısın yıldönümü bu yıl da göstermelik bir Anıtkabir ziyareti ardından bir spor salonunda kendi davudi sesine aşık spor bakanının konuşması ile sınırlandı. Cumhuriyet’in önemli günlerinin sivil kutlanması güzel bir olay olabilirdi. Esasında öyle de olmalıydı. Ama anlaşılan bizim İslamcı iktidarın gündemi farklı, hedefi farklı.
Bu yıl da 19 Mayıs'ı tesettürle, salonlara hapsederek kutlar gibi yapmayı tercih etti siyasi iktidar. Yurdumun üzerine ölü toprağı serilmiş, bezgin ama vurdumduymaz günün gün etme gayretkeşliğinde. Tüketim çılgınlığı, yabancı hayranlığı, tamamen teslimiyeti ile sanırsın İsviçre gibi bir ülke oldu canım Türkiye’m, meğer Uganda ile aynı ligde Hindistan’dan bile aşağıda insan hak ve hürriyetleri, ifade özgürlüğü alanlarında Kuzey Kore’den hallice Kazakistan’ın bile ayak tozunu yutmaktayız... Başbakanı Blair House’da olmayı tercih etmiş Anıtkabir’de olmaya; başbakan yardımcısı ve ağlamadan sorumlu bakanımız sürmeli ise Pennsylvania'ya eteğe yüz sürmeye gitmiş... 19 Mayıs İstiklal Savaşı’nın başlangıcı imiş... Ciddi misiniz? Bir ülke kurtuluş savaşını böyle mi anar? Bakın Amerikalılara; nasıl kutluyorlar her yıl 4 Temmuz’u törenler, fener alayları, havai fişek gösterileri ve her türlü törenlerle....
Kalbim buruk, hayallerim hadım, umudum kayıp... Yine de kutlu olsun kutlayanlara Anadolu’nun şanlı bağımsızlık mücadelesinin, Türkün Avrupa’nın hastalıklı adamından, esaretten bağımsız cumhuriyete yürüyüşünün yıldönümü... Kutlu ve mutlu olsun.
Daha fazla bir şey demeyeceğim, Atatürk konuşsun siz dinleyin diyorum ve sizleri Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi ile baş başa bırakıyorum:
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927
(Star Kıbrıs'tan)