Ben Mesut Yılmaz’lı günlerde görevinden ayrılmış bir gazeteciyim!..



Uzun zamandır Türkiye’nin normalleşmesi yönündeki “en belirgin jest” olabilir mi diye düşünüyorum bu haberi görünce...

Böyle düşünmemin bir nedeni var...

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Mesut Yılmaz sadece eski cumhurbaşkanı ve başbakan değiller...

Süleyman Demirel soruşturması sürdürülen 28 Şubat’ın cumhurbaşkanı...

Uzun zaman hakkında sorgulanacak mı sorgulanmayacak mı haberleri dolaştı...

Sonunda parlamentodaki darbeleri araştırma komisyonuna ifade verdi...



İfade elbette bir sorgu ifadesi değil...

Ancak Süleyman Demirel uzun zamandır 28 Şubat sürecinde, “darbenin dümen suyuna girmekle” suçlanıyordu...

Diğer kişi Mesut Yılmaz...

Sorgulanan 28 Şubat sürecinde Erbakan-Çiller hükümetinin yıkılmasının ardından, başbakanlığa gelen isim...

28 Şubat “postmodern bir darbeyle seçilmiş hükümetin yıkılıp yıkılmadığını” araştırıyor...

Mesut Yılmaz o hükümetin arkasından kurulan hükümetin başbakanı...

Bu iki isme Tayyip Erdoğan’ın bayram tebriği için telefon açması çok önemlidir...

Türkiye geçmişiyle hesaplaşırken, yeni hesaplaşmalar yaratmayacak bir demokratik çizgi benimsemeli...

Dürüstçe konuşayım...

Ben Mesut Yılmaz’ın dolaylı ve dolaysız dahlinin olduğu operasyonlar sonunda, Mesut Yılmaz’lı günlerde SHOW TV’deki görevinden ayrılmak zorunda kalmış bir televizyoncuyum...



Hiçbir suçum, günahım olmamasına karşın mağdur oldum...

Bu, ne gazetecilik, ne basın, ne televizyonculuk ahlakına sığıyordu, fakat yine de içimde biriken bütün duygulara rağmen, “hesaplaşmanın sadece yüzleşme yoluyla olması” gerektiğini savunuyorum...

Çünkü her sorgunun, her tutuklamanın, geleceğe yönelik yeni mağduriyetler, yeni hesaplaşmalar, yeni devr-i sabıklar, yeni kinler, yeni öfkeler, yeni intikamlara zemin hazırlayacağını düşünüyorum...

Kendi mağduriyetimden yeni hesaplaşmalar çıkartılmasını istemiyorum...

Bu, yapılanları unutmak anlamına gelmiyor...

Tam tersine, yapılanlarla hesaplaşmak, yüzleşmek ve onları tarihin karanlık sayfalarının çöp sepetine atabilmek için sonsuz bir demokratik arzu duyuyorum...

Kimsenin yaptıklarının yanına kâr kalmasını doğru bulmuyorum, hayatın kuantumunda, alma verme yasası uyarınca bunun mümkkün olmadığını da biliyorum...

Fakat hesaplaşmalar, istikbale yönelik daha fazla şiddet tohumları ekmemeli...



Bu vesileyle Tayyip Erdoğan’ın Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz ve bu arada siyasi olarak hiç yakın olmadığını bildiğimiz Ahmet Necdet Sezer’le telefon bayramlaşmasını “Türkiye’nin demokratik geleneklerinin yeniden tezahür etmesi açısından” çok önemli ve sıcak buluyorum...

Kişisel olarak kimseden intikam almayacağım bellidir, kimse merak etmesin...

Hayat kendi hesabını gördü, görüyor zaten...

Daha fazla müdahil olmaya gerek yok...



BODRUM’DA UZUN YAŞAMAK...

Tatil değil de, yazı başka şehirde geçirmek denebilirdi olsa olsa çocukluğumun yaz günlerine...

Haziran’ın sonlarında, takım taklavat Ankara’dan İstanbul’a göç edilirdi...

Okulların açılmasına yani neredeyse Eylül’ün ilk haftasının sonuna kadar...

İki aydan fazla bir zaman İstanbul’da kalırdık...

Ankara’daki dünyam farklıydı, İstanbul’daki farklı...

Sonra gün geldi, değil iki buçuk aylık “göç”ler, iki buçuk haftalık mekan değişikliğini yaşayamaz oldum...

30 yıldan fazla bir süre, yaz aylarında iki hafta bir yerde kalmam mümkün olmadı...

Yerimde duramıyordum...

Rahat hissetmiyordum...

Bir yerlerde bir şeyleri hep kaçırıyormuşum duygusuna kapılıyordum...

Atina’dayken Atina’nın dışına çıkamıyordum...

İstanbul’dayken İstanbul’un dışına...



Atina’da kaldığım yedi yaz boyunca on günlüğüne bile bir yere kaçamadım...

Üç günde beş günde hep döndüm...

Ya önemli bir haber çıkarsa düşüncesi, ya ben yokken büroda kimse bulunmaz haber atlanırsa kaygısı, ya da tatile gittiğimden içimde beliren çocukluktan kalma suçluluk duygusu, beni bir türlü tatile çıktığımda rahat nefes aldırmadı...

Ana haber bülteni yaptığım günlerde, kendi kendime koyduğum bir aylık ekran yasağını bile, zaman zaman “Ama çok önemli olay çıktı” bahanesiyle deldim...

Ben tatildeyken haberin çıkacak olmasından kaygılanmıyordum...

Sanki ben tatildeyken “ya haber çıkmazsa” diye kaygılanıyor, ne yapıp edip bir büyük haber bulup ya da yaratıp işbaşı yapıyordum...



Çocukların olması insan hayatını büyük oranda tamamlar...

Hayatın değerleri yerli yerine oturur...

Yaşamın anlamı gerçek bir bütünlük oluşturur...

Hayatta niye yaşadığın, neden kazandığın, neden başardığın daha gerçekçi bir felsefeye oturur...

Canan ve Mehmet Barlas’lar Bodrum Gündoğan’da yeni yazlık evlerine taşındıklarında, “Buralara her yıl kim gelir gider?..Yazın aylarca kalır?..” diye hafiften ironi yapmıştım...

Oysa hayat bir mühendislikti...

Yaşam da bir maraton...

Hayat eğer çocukların varsa, onlarla beraber, çocukları kişisel olarak geliştirecek, mutlu edecek, hayatı keyifle beraberce yaşatacak bir düzen kurmak mutluluktur...

Çocukların varlığı bir şeyi gösterdi...

Mutluluk sevdiklerinle geçirdiğin keyifli dakikalardan ibarettir...

Bunun için üç gün orda, beş gün burda, bu gece o barda, bu gece başka havada eğlenmene gerek yoktur...

Her gece mekan değişikliklerine, yeni mekanlardan yeni dopingler arama arzularına, farklı dekorasyonlarda, değişik albenilerdeki barlarda heyacan aramana gerek yoktur...

Heyecan ve sevgi insanın içindedir, paylaşarak çoğalır...


Değiştirdim kendimi...

Şimdi yazılarımı, bol spor yapabileceğim, çocuklarımın denizden, güneşten, açık havadan, bol oksijenden istifade ettirebileceğim Bodrum’da en az elli gün yaşayarak yazmaya çalışıyorum...

Hayatı ikiye böldüm...

Yazın “Aman işler kaçar... Aman projeler gider... Aman bağlantılar kopar...” diyerek hayatı kendim ve çocuklarım için ertelemiyorum...

Kendim için ertelemeyi düşünsem bile, çocuklarım için ertelemeye kıyamıyorum...

Neyse yaşam yerli yerine oturdu...

Dün İstanbul’a döndük...

Elli gün sonra...

Bayram biterken hayatımızın yeni bölümü başlıyor...

(Vatan gazetesinden alınmıştır)