Ben, Ben, Ben!...

Batı toplumlarıyla bizim geleneksel toplum anlayışımız karşılaştırıldığında şunu görürüz:

Onlar,  bireyin refahından toplumun refahına ulaşmaya çalışırlar… Biz ise tam tersine, toplumun refahından bireyin refahına ulaşmaya çalışırız…

Bu yöntem farklılığı bizim nazarımızda,  batının insan yetiştirmede öne çıkardığı “bireyselliğin” yanlış bir tutummuş gibi algılanmasına yol açar…

Halbuki batının konuya yaklaşımında  bir yanlışlık yoktur…  Çünkü, kendini gerçekleştiremeyen, kendi potansiyelini harekete geçiremeyen ve yeteneklerini kullanamayan bir insan, toplumuna ne katkı sağlayabilir ki?

Sanıyorum biz burada, “bencillik” ile “bireyselliği” birbirine karıştırıyoruz…

Karıştırdığımız için de; 18 yaşına gelen çocuğunu evden dışarı atan, başka bir işyerinde rüştünü ispat etmeden onu kendi işyerine sokmayan, “cebinde harçlığın var mı?” diye arayıp sormayan o babaları zalimce buluruz…

Çocuğun sosyalleşme süreci ilk olarak aile içinde başlar… Çocuk o sürecin içinde hem ailenin bir üyesi olmayı başarır, hem de kişiliğini geliştirerek “ben” duygusu edinir…

Kişideki bu  ben” anlayışı;  ailesinin, akrabalarının, okulunun, mahallesinin, şehrinin ve milletinin bir üyesi olduğunun bilincine varmasıyla paralel gelişir.

Büyüdüğü çevreyle olan iletişimi ve etkileşimi sonucunda,  onlarla benzer  şekilde düşünmeye ve davranmaya başlar…

Benlik kavramı bilinçaltında yavaş yavaş “bize” dönüşür…

Artık toplumun bir üyesi olan bu kişi, bir yandan onun ortak değer ve davranış biçimlerine uygun hareket eder, bir yandan da o topluma maddi ve manevi katkı sağlamaya çalışır…

Tabi bu tekdüze olmaz… Kendi kişisel yaratılışı ve yapısı uyarınca  herkesin katkısı birbirinden farklı bir yönde gelişir.

Birbirinden farklı, ancak birbirleriyle ortak değerlerde buluşabilen ve ortak davranışlar gösterebilen bu bireyler, zamanla “biz” fikrinde birleşen  toplumsal fertlere dönüşürler…

Akıl ve duyguları arasında bir denge oluşturmayı başarırlar…

Doğuştan sahip olduğumuz özellikler, ailemizde ve çevremizde tanık olduğumuz olay ve durumlar, “toplumsallaşma” sürecimizin önemli parametreleridir…

Toplumun norm ve değerlerini içselleştirmeyenlerin; iş, eş, arkadaş ve yurttaşlık gibi toplumsal rollerini hakkıyla yerine getirmeleri de mümkün değildir…

İnsanın; hayvani içgüdülerinden uzaklaşarak, başka insanlarla birlikte aynı toplumsal yapının etkin bir üyesi olarak davranabilme becerilerini geliştirmesi, zaaflarından arınması, toplumun ahlaki değerlerine uyabilmesi, kendi ihtiyaçlarıyla çevresinin ihtiyaçları arasında bir denge kurmayı başarabilmesi gerekir…

Benlikten ve bencillikten” uzaklaşıp, “birey” olabilmek ancak böyle mümkündür…  Maslow’un, “insanın kendini gerçekleştirdiği yer” diye tanımladığı nokta da burasıdır…

Üreterek ve paylaşarak, ailesine, çevresine ve toplumsal hayata katkı sağlayabilen insanlar, kendini gerçekleştirme ve hür irade sahibi olarak hareket edebilme yolunda adım atabilmeyi başaranlardır…

Bugün, toplumu istismar edenlerin hiçbiri bu gruptan değildir…

Yunus’un “kendini bilen insanlar” diye tanımladığı o kişiler,  sahip olduğu potansiyel gücü bilirler…

Olumlu yönlerini geliştirirken olumsuz ya da zaaf olarak değerlendirilebilecek yönlerini de gidermeye çalışırlar…

Biz” fikrini içine sindirmiş, “biz” olarak davranmayı ilke edinmiş insanlar,  kendilerini daima yaşadıkları çevrenin bir parçası olarak görürler…

Kurallara uyar ve uyulmasına katkı sağlarlar…

İnsanla, hayvanla, bitkilerle, kısacası tabiatla uyumlu yaşarlar…

İnsana, insan emeğine, diğer insanların hakkına, hukukuna tecavüze yeltenmezler...

İhtiyacından fazlasını elde etme çabasına düşmezler...

O halde,  ötekiler” kimdir ya da kimlerdir?

Onlar, toplumsal hayatın uyumunu bozan “benciller”dir…

Kurallara ve normlara uymamayı kendine hak görenlerdir…

Liyakatsiz olduğu halde, her işe talip olanlardır…

Hiçbir toplum yoksulluğu, düzensizliği ve huzursuzluğu istemez. Aksine, refah ve huzur içinde yaşamak ister. Bunun için de binlerce yıllık geçmişinden gelen geleneksel bilgiyi, kültürü, yaşama biçimini, toplumsal kural ve ölçütleri kullanır…

Üretim ve tüketimini bir denge içinde yürütmeye, yalnızca ihtiyacı olanı almaya, hırs yapmamaya ve malının fazlasını da  ihtiyaç sahiplerine vermeye çalışır…

Eğer bu denge kurulamaz ise, toplumun refahında ve huzurunda bozulmalar olur… Kargaşalar başlar... Hırsızlık, haksızlık, torpil, rüşvet, zimmet, cinayet, fuhuş, intihar vs. gibi gayri meşruluklar artar…

Bugün, aile yapımızı, toplum düzenini, dolayısıyla Milletimizin birliğini ve bütünlüğünü tehdit eden en büyük hastalık bu “bencillik” hastalığıdır…

Toplumsal erki elinde bulunduranların, işimizi, aşımızı ve statümüzü belirleyenlerin, bu bencillik hastalığına yakalananlardan yana tavır almaları ve her işte onlara öncelik tanımaları sonucunda ortada düzen kalmıyor…

Küresel sermayenin inşa ettiği yeni dünya düzeni ise, varlığının devamı için, kendine  sorumluluk duygusundan uzak “bencil” ve duyarsız insanlar arıyor… Ölçülü tüketen ve diğer insanları da düşünenlere hayat hakkı tanımıyor…

Türk insanı, yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal olaylarla adeta mekanik bir varlığa dönüştü…

Sahte ihtiyaçlar uğruna kaynaklarımızı  çılgınca tükettikçe daha da bencilleştik ve duyarsızlaştık…

Sadece kendini ve kendi çıkarlarını düşünen, her şeyi kendi yararına kullanan, kendini diğer insanlardan daha akıllı ve daha önemli gören mahluklar her yere hakim şimdi!...

Kültürümüz ve değerlerimiz piyasa malı gibi!... Önüne gelen pazarlıyor ve kapanın elinde kalıyor…

Dinimiz “tüketim”, mabedimiz de AVM’ler olmuş!...

Haliyle dualarımız da şöyle bitiyor artık:

Ben, ben, ben…