Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları

.-Sharon’ın Nehir Turları! 1693 Yılından Beri Günlük Geziler ve Romantik Gün Batımı Turları! Önemli Olan Yolculuk Değil, Varış Noktasıdır!  Gizlilik Garantili. Özel Tekliflerimizi Sorun-
 
Arka Bahçe (Devil’s Acre) Londra’nın uzun görkemli tarihi boyunca gelmiş geçmiş en tehlikeli, en yoldan çıkmış kenar mahallesidir. Dumanlarla ve gölgelerle kaplı sokakları, cehennem karanlıklarına açılan tünelleri ve hortlakların kol gezdiği garajları vardır.  Üst üste kamburlaşmış insan sırtlarını andıran köhne evleri, öbek öbek etraflarını saran çamurumsu yeşil pisliklerle bezenmiştir. Çöp yığınlarının ortama pastoral bir renk vermesiyle birlikte yaydığı kokuları birer oksijen edasıyla ciğerlerine çeken tuhaf halkı vardır. Tekne turlarına katılan çoğu turist, buraya Koleranın Başkenti adını vermiştir. Arada bir ağır, kasvetli sisin eğrilip bükülerek nehrin üzerinde gezindiği, bazen tıslayarak, kimi zaman inleyerek acı çektikleri düşünülen Ateş Hendeği halkının ve Cehennem Çukuru sakinlerinin sessiz feryatları işitilir…

Miss Peregrine's Home for Peculiar Children tam da derinlerinde bana bu duyguyu yaşatan bir kitap oldu. Yazımın girişini, serinin üçüncü kitabı olan “Ruhlar Kütüphanesi” ile yapmak istedim. Buradaki Arka Bahçe bölümü ve onu izleyen hikaye örgüsü, okuru soluksuz bırakacak kadar güçlüydü. Ransom Riggs, macera ve gerilimle süslediği fantastiği, tıpkı bir doktor edasıyla damarlarınıza boca ediyor. Geçmiş olsun! Artık aşınız yapıldı. Bu sizi uzun süre sakinleştirir. Tabiri caizse, fantastiğin tadını bir kere alan -ancak doğru yazarın kaleminden- bir daha iflah olmaz derim ben okurlarıma. Bu seri de tıpkı fantastik iksiri aşısı yapar gibi kanınıza giriyor.

Şunu da belirtmeden geçmek istemem; ilk iki kitapta hissetmediğim bir şeyi üçüncü kitapta çok yoğun hissettim. Özellikle Arka Bahçe bölümünü okumaya başladığımda kurgunun, arka planın, hikaye örgüsünün bende çok tanıdık duygular uyandırdığını fark ettim. İlk birkaç sayfayı bitirmiştim ki, bu tanıdıklığın nereden geldiğini çözdüm: Perdido Street Station!

China Mieville’in  kaleme aldığı Perdido Sokağı İstasyonu’nun bende uyandırdığı neredeyse tüm hissiyat geri gelmiş gibiydi. Mieville’in kalemi, olay akışı, cümle yapısı beni her zaman heyecanlandırmıştır. Arka Bahçe bölümünde de, Perdido Sokağı İstasyonu’ndan bir bölüm okuyormuş gibi hissettim. Her iki kitabı da okuyanlar bana katılacaklardır.

Gel gelelim filmi için aynı heyecanı paylaşamayacağım. Vizyona girer girmez ilk gün gidip izleyenlerden oldum. Ancak kitabın lezzetiyle aynı kefeye koyamayacağımı daha ilk yarıda anlamıştım. Kendimi kitabın ritminden uzak tutarak filme konsantre olmaya zorladım. Büyük hayal kırıklığı yaşadım diyemem ancak kitaptaki karakterin filmde başka bir kız olması, pek çok sahnenin esamesinin bile okunmaması, baş karakterimiz Jacob’ı canlandıran Asa Butterfield’ın bu role uygun olmaması, her şeyin zoraki bir düzende sırayla oynatılıyor gibi sahne geçişleri vb sebeplerden ötürü elbette filmin sonunda aklım, evimdeki kütüphanenin rafında duran kitap versiyonundaydı.

Su götürmez gerçeklerden biri de şudur ki; soluksuz okunan kitaplar, filmi yapıldığında aynı tadı vermeyebiliyor. Ama bu sizi yıldırmasın, gizemli satırların kol gezdiği sayfalardan uzak tutmasın. İş-güç denilen dikenli salıncaklarda sallanırken, bir yandan koşarcasına yenen yemeklerin, sıkıcı toplantıların, boğucu dramların altında yaşamaya çalışırken, lütfen kendinizi ödüllendirin. Kitaplara zaman ayırın, özellikle sizi içine girdiğiniz girdaptan çıkaracak hikayeler seçin. Birkaç saatliğine başka zaman döngüleri içine girin. Hiç tanımadığınız tuhaf karakterlerle tanışın, onlarla henüz var olmamış şehirlerin metrolarında yolculuklara çıkın. Ölümsüzlük iksirini içmiş kahverengi nehrin suyunda yeniden hayat bulun. Yaşadığınız şehrin gizemli kapıları bir bir açılırken korkmadan içeri girin. Bırakın kapılar arkanızdan kitlensin.

“I used to dream about escaping my ordinary life, but my life was never ordinary. I had simply failed to notice how extraordinary it was.”