ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti’nin ulusal kongreleri tamamlandı, seçim yarışı son aşamasına girdi. Önceki hafta Cumhuriyetçiler kongrelerinde Mitt Romney’in Başkan, Paul Ryan’ın Başkan Yardımcılığı adaylığını onaylamışlardı. Geçen hafta da Demokratların kongresi Obama’nın ve Biden’in adaylıklarını onayladı.
Kongreler tamamlandıktan sonra yapılan kamuoyu yoklamaları, kongre sonrasında Mitt Romney’in desteğinde bir artış olmazken, Obama’nın kongre dinamiğinden yararlanarak 4-5 puan öne geçmesi, başkanlık seçimlerini kazanma şansının şimdilik arttığını düşündürüyor.
Dünya ekonomisinin yaklaşık dörtte birini oluşturmasının yanı sıra, dünyanın toplam savunma harcamalarının yüzde 48’ini gerçekleştiren, gerilemekte olan hegemonyasını korumaya çalışan ABD’nin izleyeceği ekonomik politika, dış politika sorunlarına yaklaşma tarzı, dünyanın geri kalanını çok yakından ilgilendiriyor. Hangi yapısal sorunlarla ve sınırlamalarla karşılaşacak olursa olsun bu politikaların başında duracak siyasetçiyi belirleyecek olan seçimler de...
İki kongre ve seçim kampanyası arasındaki farklara geçmeden bir noktayı vurgulamak gerekiyor: İki kongrede de abartılı bir ulusalcı dil egemendi. “Tarihin en yüce ulusu”, “dünyanın lideri” gibi genellemeler havada uçuşuyordu. Bakan adaylarının ikisi de, ülkenin eski büyüklüğünü, zenginliğini (“iyi de peki bu nasıl kaybedildi?” tartışmasına girmeden) restore etmeyi amaçlıyordu. Bu abartılı ulusalcı zemin üzerinde ileri sürülen politikalardaki farklar, karşımıza bu abartılı ulusalcılığın iki farklı versiyonunu çıkarıyordu.
İki kongre, iki ‘vizyon’
Cumhuriyetçilerin kongresinin, seçim kampanyasının iki temel ekseni olduğu söylenebilir. Birincisi, Ayn Rand’ı, Hayek’i anımsatan, “Ben kendimi kurtarırım, kimseye, hele devlete gereksinimim yok, toplumun geri kalanına ne olur, beni ilgilendirmez” diyen, toplumsal sorumluluğu, dayanışmayı dışlayan patolojik bir bireycilik. İkincisi, “Obama’ya oy verdiniz krizden çıkaramadı, şimdi bana verin, sorunları ben çözerim” diyen, çok genel, Obama’yı karalamaya odaklanmış, onun komünist olduğunu düşünecek kadar sağa savrulmuş bir propaganda hattı. Bu hat kongrede, kampanyada çok sinirli, saldırgan, nefret dolu, ırkçı, kadın ve eşcinsel haklarına, yoksullara düşmanca yaklaşan bir dilin egemen olmasına yol açtı. Dil ve mantık o kadar bireyciydi ki, o kadar dar çıkarlara odaklıydı ki, savunma harcamalarını arttıracağını söyleyen, Rusya ve Çin’i hedef alan militarist bir dile karşılık, halen savaşmakta ve ölmekte olan ABD askerlerine, sürmekte olan savaşlara, Cumhuriyetçilerin kongresinde değinen bile olmadı.
Demokratların kongresinde çok farklı bir hava vardı. Kongre, rahat, kendinden emin, kızgın olmayan, zaman zaman şakacı bir havada geçti. Michelle Obama’nın kocasını tanıtan, Bill Clinton’ın kampanya konularını beceriyle açıklayan, gaflarıyla ünlü Biden’in sakin, ağırbaşlı konuşmaları kongreye enerji verdi. Son gün, Obama’nın, birçok yorumcu tarafından sıkıcı bulunan, ama bana kalırsa, adamın retorik bilgisini de düşününce, “İşimiz zor ama yapabiliriz, sabırlı olmak gerekiyor” temasıyla uyumlu, sakin ve güven verici konuşması da buradaki liderliğin kalibresinin daha yüksek olduğunu ortaya koyuyordu.
Cumhuriyetçilerin aksine, Demokratların kongresinde ve kampanyalarında, işçi sınıfının ekonomik sorunlarına, kadınlara, siyahlara, Latin Amerika kökenlilere, eşcinsellere ve hatta öğrencilere yönelik, bu kesimlerin sorunlarını teker teker ele alan bir yaklaşım vardı. Neredeyse “sınıf mücadelesi” söylemine yakın bir dilin benimsendiği görülüyordu. Demokratlar da bireyciydi doğal olarak ama kongrede sunulan bireycilik, toplum karşısında sorumluluğa, dayanışmaya ilişkin tonlar içeriyordu.
Dış politika söz konusu olduğunda Demokratların, Bin Ladin’in öldürülmesini, Afganistan ve Irak’tan çekilmeyi vurgulayan, diplomasiye vurgu yapan, savaş gazilerine daha iyi yaşam koşulları vaat eden bir dili benimsedikleri görülüyordu.
Bu kısa özetten hareketle, karşımızda abartılı bir oligarşik ulusalcılıkla abartılı bir halkçı ulusalcılık olduğunu söyleyebiliriz.
Tabii bunların kampanya söylemleri olduğunu, ABD’nin gerek içinde olduğu ekonomik krizin, gerekse de dünyadaki konumunun gerçek sorunlarını halka aktarmamaya dikkat eden bir noktada buluştuğunu, neticede, her iki adayın da kim seçilirse seçilsin ABD devletinin yapısal özelliklerinin, egemen sermayenin sorunlarının koyduğu sınırlamalar içinde hareket etmek zorunda olduklarını unutmamak gerekiyor. Bu iki aday arasında ulusalcılık ve bireycilik alanlarında geliştirdikleri farklarıysa, ülkede keskinleşmekte olan sınıf mücadelesinin partilerin kampanyalarına sızması olarak görebiliriz: Biri mali oligarşinin korkusunun, diğeri mali oligarsinin halkın gittikçe artan öfkesini peşine takma arzusunun ürünü...
(Cumhuriyet gazetesinden alınmıştır)