Başbakan’ın nutkunu neden çok tuttum?

BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler kürsüsünde yaptığı konuşmayla...

 

-  Dünya sahnesinde insanlığın vicdanının sesi oldu.

-  Bütün liderlerin bildiği ama hiçbirinin dile getirmediği hususları dile getirdi.

-  Yeryüzündeki eşitsizliği ve adaletsizliği gayet net bir şekilde ortaya koydu.

-  Birleşmiş Milletler kürsüsünden Birleşmiş Milletler’e ayar verdi.

-  Mazlum Filistin’e yine kucak açtı.

-  Somali ikiyüzlülüğünü dünyanın yüzüne vurdu.

O konuşmayı benimseyip tutmak için bunlar yeter de artar bile.

Fakat...

Benim Birleşmiş Milletler kürsüsünde yapılan “tarihi konuşma”yı benimseyip tutmamın asıl nedenleri başka.

Mesela şöyle şeyler:

-  Dünya sahnesinde insanlık vicdanının sesi olmak, en başta Türkiye sahnesinde vicdanlı olmayı gerektirir ya... İşte o nedenle çok tuttum konuşmayı...

-  Dünya sahnesinde adalet türküsü çığırmak, en başta Türkiye sahnesinde adaletli olmayı gerektirir ya... İşte o nedenle çok tuttum konuşmayı...

-  Dünya sahnesinde her cümlenin içine “insan hakları” vurgusunu yerleştirmek, en başta Türkiye sahnesindeki insan hakları ihlallerine dikkat etmeyi gerektirir ya... İşte o nedenle çok tuttum konuşmayı...

-  Dünya sahnesinde Arap Baharı’ndan, halkların özgürlüklerinden söz etmek, en başta Türkiye sahnesinde özgürlüğün militan yürütücülüğünü gerektirir ya... İşte o nedenle çok tuttum konuşmayı...

 

Benim örgütüm olsaydı

 

HAMAS’ın intihar eylemlerinin alıp başını gittiği dönem...

İntihar eylemcilerinin İsrail kentlerinde kendilerini patlattıkları ve onlarca kadının, çocuğun canını aldıkları eylemlerin dönemi...

Ben o zamanlar sıkı bir HAMAS taraftarı olmama karşın bu eylemlere şiddetle itiraz ediyor ve kabul edilemez buluyordum. Bu konuda bazı HAMAS taraftarlarıyla ateşli tartışmalar yapıyordum. Onlar diyorlardı ki:

“İsrail’de kadınlar da askerlik yapıyor, dolayısıyla kadınlar da askerdir ve sivil hedef sayılmaz.”

Ben hemen atılıyordum:

“Peki ya çocuklar?”

Cevap kanımı donduruyordu:

“Onlar da büyüyünce asker olacak.”

* * *

En kanlı savaşların bile değişmeyen ilkesidir:  Kadına, çocuğa, sivile dokunulmaz.

En kanlı dönemlerin en vahşi savaşlarında bile geçerli olan ilkeyi çiğneyip atmaya, hangi mazeret, hangi gerekçe, hangi bahane, hangi acı, hangi zulüm neden olabilir ki?

Dün HAMAS için geliştirilen savunma yöntemleri, bugün TAK için geliştiriliyor. Diyorlar ki:

“Eskiden JİTEM vardı, derin devlet vardı... Şimdi bizim de derin PKK’mız var: TAK... TAK, geçmişte JİTEM ne yapıyorsa onu yapıyor.”

Bu mantık, “Onlar da büyüyünce asker olacak” mantığından bile daha vahşi bir mantıktır.

* * *

Benim bir örgütüm olsaydı...

Ve böylesi vahşi yöntemleri pişkince savunsaydı...

Hiç ama hiç çekinmez, bu vahşi yöntemle, bu kalleş mantıkla ölümüne mücadele ederdim. Velev ki bunu yapanlar, uğruna öleceğim bir davayı savunuyor olsunlar.

İşte bu nedenle...

Ben en çok Ankara’da patlayan bombanın Diyarbakır sokaklarında nasıl yankılandığıyla ilgiliyim.

Çünkü gelecek, geleceğimiz, oranın bu vahşi mantıkla hesaplaşıp hesaplaşmamasına bağlı...

 

Yanlış soruya doğru cevap verilemez

 

-  İsrail Gazze’yi bir açık hava hapishanesine çevirdi, kimseden “gık” çıkmadı.

-  İsrail güvenlik paranoyası nedeniyle Filistin halkına göz açtırmadı, kimse tınmadı.

-  İsrail, Filistin kentlerine bomba yağdırdı, kimse ses etmedi.

-  İsrail, haksız ve hukuksuz bir şekilde toprak işgallerini sürdürdü, kimse en küçük bir tepki koymadı.

-  İsrail, Birleşmiş Milletler kararlarını hiçe saydı ve Birleşmiş Milletler bile sesini çıkarmadı.

Sorarım size:

Bu durumda “Neden İsrail’le uğraşılıyor” sorusunu sormak mı doğrudur, “Neden İsrail’le uğraşılmıyor” sorusu sormak mı?

 

Reklam filminde oyuna getirilmiş olabilirim

 

HÜRRİYET Pazar’da yarın başlayacak olan “4 Yüz” projesi için çekilen reklam filmini televizyonlarda seyretmişsinizdir.

Senaryo şöyle bir şey:

Üzerinde bomba olan bir masa...

Etrafında da dört kişi: Enis Berberoğlu, Ertuğrul Özkök, Sedat Ergin ve ben.

İlk üç isim gayet münasip tekliflerde bulunuyor:

Enis Berberoğlu “Kırmızı kabloyu keselim” diyor, Ertuğrul Özkök “Yeşil kabloyu keselim” diyor, Sedat Ergin “Mavi kabloyu keselim” diyor.

Ve sıra bana geliyor.

Ben de “Sarı kabloyu keselim” diyorum. Oysa bombanın üzerinde sarı kablo yok.

Ve bu durumu Genel Yayın Yönetmenimiz Enis Berberoğlu yüzüme vuruyor:

“İyi de Ahmet, burada sarı kablo yok ki.”

Yüzümde bir şaşkınlık, bir alıklık... Öylece kalakalıyorum.

Ve reklam bitiyor.

* * *

İşin perde arkası şöyle gerçekleşti:

Reklam filminin senaryosunu elime ilk aldığımda yönetmen arkadaşa, “Repliklerimizi değiştirebiliriz değil mi?” dedim.

Cevap gayet anlayışlıydı: “Tabii... Tabii... İstediğiniz gibi değiştirebilirsiniz.”

Sonra çekim başladı.

Ben sözlerimde yaptığım küçük değişiklikle “olmayan kabloyla uğraşan adam” rolünden inceden sıyrılmaya çalıştım.

Diğerleri ise olaya “daha artistik cümleler” ile dalmaya çalıştı.

Fakat senaryo dağıldı, bütünlük bozuldu.

Çekim uzadıkça uzadı...

Bir daha çekildi, bir daha çekildi, bir daha, bir daha...

Acayip yorulduk, acayip sıkıldık, “Bitse de gitsek” falan demeye başladık.

Durumdan istifade eden yönetmen arkadaşımız, işte tam bu noktada, “Kâğıt üzerindeki repliklere uyarsak daha iyi olacak” demesin mi?

Benim açımdan olay zaten “Yeter ki bitsin de olmayan kabloyla uğraşan adam durumuna düşmeye razıyım” noktasına çoktan gelmişti, hemen kabul ettim.

Üç isim de “daha artistik cümle kurma” hevesinden anında vazgeçti.

Böylece en başa dönüldü ve reklam filmi çekilebildi.

* * *

Ancak reklam filmini ekranda seyretmeye başladığım andan itibaren, “Korkarım ben bu işte oyuna getirildim / korkarım ben bu işte oyuna getirildim” diye sayıklayıp duruyorum.

 

Oyunculukları nasıldı?

 

ENİS BERBEROĞLU

 

Bir çekimde Robert De Niro performansı gösterirken, bir başka çekimde fena halde acemi kaçıyordu. Bir parça istikrarsızdı yani... Ama üzerine gider yoğunlaşırsa sonuç alabilir. Bir “star ışığı” var gibi... İyi bir yönetmenin elinde, mesela Nuri Bilge Ceylan’ın elinde “Bir Zamanlar Ankara’da” adlı bir filmde harikalar yaratabilir.

 

SEDAT ERGİN

 

Şundan eminim: O çekime gelmeden önce “oyunculuk” üzerine en az beş kitap karıştırmış, yedi telefon görüşmesi yapmıştır... Belki de bu nedenle oyunculuğu biraz “teorik” kaldı. Elindeki dosyayı masanın üzerine koyarken gösterdiği şiddet, bu alandaki hırsına delalet ediyor. Zeki Demirkubuz’un bir filminde “kaymakam” rolü, onun için ideal...

 

ERTUĞRUL ÖZKÖK

 

Tek kusuru var: Büyük oynuyor! Özellikle de eski Yeşilçam melodram oyuncularına öykündüğü anlarda... Allah’tan kendisine “Rezervuar Köpekleri”ni falan anımsattım da durumu toparlayabildi. Yoksa John Travolta olmak isterken Ediz Hun olacaktı. Kendisine bir Ferzan Özpetek filminde geniş ailenin koordinatör babası rolünü öneriyorum.