Yıllardır, evde çalışıyorum. Gazeteye gönderilen mektupları, dergileri, dosyaları sağ olsunlar, görevli arkadaşlar getiriyorlar. Zaman zaman gecikmeler oluyor.
Kimi kitapların eve ulaşması ve benim okuyup, yazmama kadar geçen sürede, başka arkadaşlar konuyu çoktan işlemiş oluyorlar.
Soner Yalçın’ın son kitabı “Samizdat” ya da öbür adıyla “Gerçeklere Dayanacak Gücünüz Var mı?” konusunda da öyle oldu.
Hem Emre Kongar hem de Orhan Bursalı benden önce yazdılar. Hapisteki diğer yazar arkadaşlarımın eserleri için de durum aynıydı.
Hapishanedeki yazarların, gazetecilerin eserleri toplumsal karanlıkta atılmış çığlıklardır.
Gözün gözü görmediği ortamlarda, görülmeyenleri duyuran bu çığlıklar tüm tepkilerin yok olmadığının kanıtlarıdırlar. Onların hepsini okuyorum, tıpkı Soner Yalçın’ın Samizdat’ı gibi...
Soner Yalçın yıllardır izlediğim bir araştırmacı yazar.
Yapıtları içinde birinin (“Efendi”) mesajnı gereğince anlayamadım. Ama diğerlerinin hepsini keyifle, ilgiyle okudum.
***
Gelişmiş ülkelerde, bir kitap iyiyse, ödül alır, en güzel ödül de okuyucunun ilgisidir.
Bizde ise, kitap genelde cezasız kalmaz. Yazarı izlenir, kovuşturulur, hatta kimi zaman basılmamış kitaplar yüzünden bile, hapse düşer.
Bunları yaşayarak görüp öğreniyoruz.
İçeriden yazan arkadaşlarımızın, yazdıklarına bedel ödetildi, kimileri tecride mahkûm edildi, kimilerine başka yaptırımlar uygulandı.
Şimdi benzeri olaylar, korkarım, Soner Yalçın’ın başına da gelecektir.
Yazanlar bunları bilerek yazıyorlar.
Yazıyorlar, çünkü ellerinde yazmaktan başka olanak yok.
Yazıyorlar, çünkü yazmak onlar için yaşamaktır.
Korkmuyorlar mı?
Orasını bilemem, ama başlarına ne geleceğini biliyorlar, yine de yazıyorlar.
12 Eylül döneminde, Oktay Akbal’da gördüm yazar cesaretini. İlerlemiş sayılabilecek yaşında hapse düşmekten çekiniyor, bunu belli de ediyordu. Ama herhangi bir konuyu yazmaya geldi mi iş, yine de eleştiriden çekinmiyordu. Nitekim yazılarından dolayı girdi de içeri.
Kaleminden başka bir şeyi olmayan yazar demokratik güvenceden de yoksun olduğu dönemlerde, hem çekinir hem de yazar.
Destansı değil, insansıdır, yazarın cesareti ve bu yüzden, bence en büyük destandır.
***
Tüm baskılara karşın, ödeyeceği bedeli bilip, göze alarak yazan bütün yazarlar gibi Soner Yalçın’ı da yürekliliğinden dolayı kutluyor, kitabı okumanızı salık veriyorum. Hele L. Göktaş bölümü, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu çok iyi gösteriyor.
25 yıl TSK Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda tabur ve alay komutanlığı yapmış, Azerbeycan, Irak, Suriye, Kırgızistan gibi ülkelerde bulunmuş kıdemli albay rütbesiyle emekli olduğu tarihe kadar PKK’ye karşı girdiği çatışmalarda gösterdiği kahramanlıklar nedeniyle üç defa altın madalya ile ödüllendirilmiş olan Levent Göktaş. Emekli olduktan sonra avukatlık yaparken 7 Ocak 2009’da, Ergenekon soruşturmasından gözaltına alınıp tutuklandı.
Şimdi sözü Soner Yalçın’a bırakıyorum: (s. 27 4. No’lu dipnotu.)
“Ankara’da o gün saat 10.00’da büroda Levent Göktaş avukat arkadaşlarıyla televizyonda Ergenekon’un yeni dalgasını seyrediyordu. Yargıtay Cumhuriyet Onursal Başsavccısı Sabih Kanadoğlu’nun evinde de polislerin olduğu haberini alt yazıdan öğrenince, ofiste çalışan avukat meslektaşı ‘Levent Bey hakikaten böyle bir örgüt var mı?’ diye sordu. Levent Göktaş ‘Herhalde var, yoksa bu kadar kişiyi gözaltına alırlar mı?’ dedi. 40 dakika sonra başına gelecekleri henüz bilmiyordu. Bürosu basıldı, gözaltına alındı, tutuklandı. Kimse başına gelmeden anlayamıyor.”
Başka yoruma ne hacet!
(Cumhuriyet)