“Bu kadar haksızlık da fazla. Allah adalet dağıtırken biz nerdeymişiz Allahaşkına? Gözümüz yok da 2. araba ne oluyor? İçim neyse dışım da o benim. Tavırlıyım ben ona. Yoo 2. arabayı aldığı için değil. Aldığını bana söylemediği için. Hani biz komşito idik? Daha dün merdivenlerde gördüm meğer hanım saman altından, gizli gizli , ohoooo…. Bana bak bu bizim kocaları bile ayartıyordur… Bu kadar iyi sır tutuyorsa yani….. Ayyyyy pardon, senin de olsa belki de ayartırdı manasında söyledim ben”
Biraz susması için iyi oldu böyle bir dangalaklık. Neden anlamadım kilolarca Ayşe Kadın almış, gelmiş oturdu karşıma konuşup duruyor Arzu. Halbuki bu bina, bu taşlar bilir ki ben komşuculuk sevmiyorum. Vaktim de yok. Ama var işte güvendiği birşey böyle çat kapı geldiğine göre. Dur bakalım. Biraz içim ürpermedi değil.
Arzu’nun bahsettiği Ahu, benim bu surlar içinde, ayaküstü, kapı aralığı, otopark girişi ve asansör önü konuştuğum tek canlıdır. Bu samimiyetimizin de tek sebebi var; o da, Ahu’nun da benim gibi bu taş yığını içinde kimse ile sohbet etmek istememesi. Bu karşılıklı isteksizlik çekti bizi birbirimize, kenetlendik adeta. “Günaydın naber”den tut da, “hava da ne kadar soğudu”ya kadar herşeyi konuşuyoruz. Seneye kadar telefon numaralarımızı da alırız.
Ahu da bekar. Komşitoluk ne bilmiyorum ama Arzu’nun bu yakıştırmasının, bir insanın kendini kandırırken duyduğu sıcak hazdan kaynaklandığını düşünüyorum. Arzu bunun büyüsü ile, ait olmayı, sevilmeyi, aranmayı hayal ediyor. Onu da anlıyorum.
Yine o kandırma dünyasında, Cumartesi sabahı onu fasulyeleri ile kahveye beklediğim hissinden yola çıkıp atmış kendini bana. Evimi ilk defa görüyor ama sanırım içgüdüsel, en rahat fasulye ayıklanacak bölgeyi “şak” diye buluyor. “Ben orta içerim” diyor. Ben ise, 2 tane fincanım var mı onu bile bilmiyorum. Sonra hatırlıyorum ki, “belki gelirim” diyen o yakışıklıya rezil olmamak için annemden 2 fincan almıştım geçerken.
Arzu, orta kahvesinin yüzüne bile bakmadan, hırsla fasulyeleri çıtlatarak başlıyor anlatmaya. Camlar açık, araba sesine karışan bir ses tonu var. Hoşlanmıyorum. Fasulyelerden daha kılçıklı parmakları ve hiç kırışmamış bir yüzü var. Belli ki hiç burnunu kırıştıra kırıştıra gülmemiş. Fasulyelerle birlikte hayatını da ayıklayıp koyuyor önüme. Ağzımı açmıyorum. Konuşmayı, hele ki boş konuşmayı sevmem. Bu sebepledir ki uzun süre sevgili ve/veya dost barındıramam. Onlara da hak veriyorum. Çekilmez olmam an meselesi. Çoğu insan bu sosyal medyanın, modern ilişkilerin, sanal alemin veya ne dersen de, raconunu ayarlayacak kadar zeki değil. Orda yakaladığı boş tınıları yüzyüze ilişkilere taşımaya kalkınca çuvallıyorlar.
Arzu’nun derdi Ahu’nun 2. arabası değil. Arzu istese 2. arabayı da alır, bu fasulyeleri ayıklatacak adam da tutar. Aslında ben onun yerinde olsam beni dinleyecek birini de tutarım. Arzu’nun derdi, kocası Ayhan’ın eve geç gelmelerinin, erken çıkmalarının suçunu Ahu’ya atıp atamayacağını yoklamak.
Dürüst bir insanım. Sır saklamasını da bilirim. Ahu bana bu konuda bir sır vermediği için saklayacak birşey yok. Sadece ufak bir “bilmem belki, olabilir neden olmasın” bakışımla, Arzu’yu sır perdesini aralamış ama biraz mutsuz bir halde fasulyeleri ile eve yolluyorum.
Yine de vicdansız değilim, içimden Ahu’dan beni affetmesini diliyorum. Çünkü doğruyu söylesem bile, kimse 7×24 çalışan, yabani ve saçlarına ak düşmüş bu evde kalmış kadına inanmaz.
Günün ürküten gelişmesi, sonra mucizevi bir şekilde çözülmesi, beni bir kuş gibi hafifletiyor. Ve Ayhan’ın, titreşimdeki telefonuma gelen 10larca mesaj ve çağrısını cevaplamak üzere Arzu’nun kalktığı koltuğa oturuyorum.