Aykut Kocaman’ın zor günleri...



O restoranda maç seyretmesini seviyorum...

Bir kere maçını seyrettiğim takımın bol miktarda taraftarı oluyor...

Onlarla iletişim kurabiliyorum...

Personeli çok profesyonel...

Millet maç izlerken yemek servisine alışmışlar...

Yemekler güzel, ortam nezih, en önemlisi de benim maç seyretmeme alışkınlar...



Yine bir sürü hasta Fenarbahçeli tanıdık gördüm...

Hepsinin kalbi Alex’ten yanaydı...

Alex bu takımın taraftarı için bir efsane olmuş...

İsminin kalplerden sökülmesi pek mümkün değil...

Beraber geldiğim arkadaşlarıma tabloyu gösterip şöyle dedim:

-”Beşiktaş’ta Quaresma’ya yönelik sevgi selini yok edemiyorlar... Alex’in Fenerbahçe’ye kattıklarının yanında Quaresma’nın Beşiktaş’a kattıklarının lafı mı olur?..”

Bir Fenerbahçeli dostum, maç 1-0 Fenerbahçe’nin mağlubiyetiyle devam ederken, “Takım yenilse de olabilir... Hatta daha iyi olabilir... Alex’in kıymetini anlarlar... Hoca’nın da gidişi yakınlaşır...” diyordu...



Maç uzun süre Fenerbahçe’nin 1-0 mağlubiyetiyle devam etti...

Masada futboldan çok iyi anlayan dostum, ikinci devre başlarında “Hoca birazdan Alex’i oyuna alacak” dedi...

Ona “Ya futboldan çok iyi anlıyorsun... Ya da Türk futbolunu yöneten hocaların ne zaman nerede ne yapacağını çok iyi biliyorsun...” dedim...

Gülüştük...

On dakika sonra Aykut Kocaman Alex’i oyuna aldı...

Brezilyalı oyuna girer girmez, Spartak Moskova takımının bütün kimyası değişti...

Anlamsız bir şekilde Alex’in girişiyle Fenerbahçe’den ürkmeye başladılar...

Geriye yaslandılar...

Gelen topları eskilerin tabiriyle “teper” oldular...

Eskiden Türk takımlarının 1-9-1’i andıran savunma anlayışına yakın bir savunma anlayışına geçtiler...



-”Alex oynamadan rakip takımın kimyasını bu kadar bozabiliyorsa, çok önemli bir futbolcudur...” dedim...

Nitekim Alex’in attığı bir köşe vuruşundan geldi gol...

Onun dışında Alex çok fazla gözükmedi maçta otuz dakika boyunca...

Fakat gözükmese de, maç içindeki varlığıyla rakip takımın psikolojik çöküşü aynı ana denk geldi...

Aykut Kocaman ile Alex arasındaki perde arkasında gerçekte başka neler var, bu nokta muamma...

Fakat Aykut Kocaman’ın Alex konusunda bir strateji hatası yaptığı kesin...

Alex’siz kaybedilen her maç, her puan ve her tur, direkt olarak Aykut Kocaman’ın hanesine yazılacak...

Kocaman, Alex’i dışarıda tutarak, kendisini adım adım hedefe çekiyor farkında olmadan...

Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’ne gitmemesinin tek müsebbibi Aykut Kocaman olarak görülüyordu önceki gece, restorandaki bütün Fenerbahçeliler arasında...

-”Bu takıma bir numara küçük” diyorlar Fenerbahçeliler Kocaman için ve ekliyorlar:

“Anelka’nın Tümer’in yedekte beklediği takımdan, Selçuk’un direkt oynadığı takıma geldik... Varın siz gerisini hesap edin...”



Bunu soran dostuma, “Takımdaki futbolcuları Aykut Kocaman mı alıyor ki?..” diye sormak gafletinde bulundum...

Biraz kızarak şöyle dedi:

-”Hangi futbolcuyu istedi de almadılar ona?..”



KONFÜÇYÜS’E GÖRE YAŞAMIN EVRELERİ...

“Onbeş yaşımda kalbimi öğrenmeye açtım...

Otuzumda duruşumu belirledim...

Kırkımda kuşkularımdan kurtuldum...

Elli yaşımda Gökyüzü Katını anladım...

Altmışımda kulaklarım dış seslere uyumlandı...

Yetmiş yaşımda, çizgiyi aşmadan yüreğimdeki arzuların peşinden gitmesini öğrendim...”

(Konfüçyüs Seçimler II)



Basit görünen bu söylemleri çok iyi düşünüp özümseyin...

Bunlar öylesine söylenmiş sözler değil... Her birinin altında çok değerli anlamlar ve felsefe var...

Milattan Önce 551 yılı ile MÖ 479 yılları arasında yaşadığına inanılan Konfüçyüs’ün Milattan Sonra 21. yüzyılda çağımızın “quantum merkezli yaşam bilgeliği” sırlarına o zamandan hakim olduğunun anlaşılması inanılmaz bir olaydır...

Konfüçyüs’ün bir de siyasi içerikli ünlü bir sözü var:

“İyi yönetilen bir ülkede fakirlik utanılacak bir şeydir...

Kötü yönetilen bir ülkede ise zenginlik utanılacak bir şey...”



O BİR İSTANBUL BEYEFENDİSİYDİ...

İnsanın bir şeyin olmasını hiç beklemediği anlar vardır...

Duyduğunuzda gayr-ı ihtiyari ağzınız açık kalır...

Ne olduğunuzu bir süre anlamazsınız...

Birisi size berbat bir kamera şakası yapıyor gibi gelir...

Yurtsan’ın (Atakan) ölüm haberini dün aldığımda önce birisi çok kötü bir kamera şakası yapıyor diye düşündüm...

Sonra yazılanlara baktım...

Hayır şaka falan değildi...

Gencecik arkadaşım, dipdiri meslektaşım, hayat dolu kardeşim ortada hiçbir şey yokken, ölüvermişti...

Ağır bir kanser geçirdiğinden bile bihaberdim...

Onunla ‘Da Mario’ya gider, orada “gurme” yemekler yerdik...



Hürriyet’te çalışırken beni eleştiren yazılar yazmıştı...

Sonra oradan ayrılmış Akşam gazetesine geçmişti...

Bir gün telefonum çaldı...

Arayan Yurtsan’dı...

-”Seninle bir görüşmek istiyorum...” diyordu...

Kuzenimin İngiliz okulundan sınıf arkadaşı çıkmıştı...

Ufak kuzenimle ise çok yakın arkadaştılar...

Benim televizyondaki performansımdan sonra, internet haberciliğinde müthiş bir devrim yapacağıma inanıyordu...

-”Birlikte yapalım... Ben sana her türlü altyapı desteğini vermeye hazırım... Yeter ki sen iste...” demişti...



Tanıdıkça İstanbul’da gittikçe azalan, eski İstanbul beyefendisi gurmelerden biri olduğunu fark etmiştim Yurstan’ın...

İnternet haberciliği ve yayıncılığının babası sayılıyordu, ancak bence esas yönü, “muhteşem bir gurme ve yaşam gustosu tam olan bir burjuva geleneğin” sembol ismi olmasıydı...

İstanbul’da ve Türkiye’de gittikçe azalan bir yaşam gustosunun son Mohikan’larından birisiydi Yurtsan...

Tadarak ve en iyilerini seçerek kırmızı şarap içmeye özen gösteriyordu yemeklerde...

Ağız tadına inanılmaz düşkündü...

Hangi yemek nerede yenir çok iyi biliyordu...

Bir gün İngiltere’ye gitmeden önce onunla bir öğle yemeğinde buluştuk...

Uçağının kalkmasına sayılı saatler kala, Paper Moon isimli lüks İtalyan restoranında, etinin yanına uygun gidecek şarabı seçmekle meşguldü...



Eski İstanbul beyefendileri gibiydi...

Lezzet tutkusu, iyi yemek yenilen yerleri bilme arzusunu, yaşam gustosuyla birleştirmiş tipik bir Avrupalı gurme haline gelmişti...

Beyoğlu’nda adını sanını duymadığım yerlerde, ilginç bulduğu yemekleri denememi söylerdi bana...

Benim televizyon haberciliğinde “dahi” olduğuma inanıyor, internet yayıncılığında da bir mucize yaratacağımı düşünüyordu...

Belki haklıydı belki değildi bilmiyorum...

Fakat ben onunla çarpıcı manşetler, yaşamı damardan aksettiren yayıncılık yapmaktan çok, iki İstanbul beyefendisi gibi, nadir tattığım gurme bir dost lezzetin sohbetini yaşamak istiyordum...

Masadaki lezzete, bilgiyle ‘terbiye edilmiş’ sofistike sohbetin tadını katarak...



Hangi arada derede hasta olmayı becerebilmişti! bilmiyorum...

Hala son yemeğimizi yediğimiz ‘Da Mario’da kararlaştırdığmız gibi Amerika’daki bir “şarap tadım” gezisine onunla katılmayı bekliyordum...

Arada benim haberim olmadan ölümcül bir hastalığa yakalandı ve şarap tatmak yerine tedavi olmak için Amerika’ya gidip orada vefat etti...

Ailelerimiz Yurtsan’ı da kuzenleri de beni de “yabancı dilde eğitim yapan, yabancı ağırlıklı mekteplere” verdiler ki, Batı’ya yakın olalım ve Batı’yı yaşayalım...

Yurtsan’a bu geleneğin mirasından kala kala Batı niyetine Amerika’da bir hastanede vefat etmek kaldı...

Ana dili gibi öğrendiği İngilizce, soğuk bir hastane odasında ölümü beklerken doktorlarla konuşmaya yarayabildi...

Mekanın cennet olur inşallah arkadaş...

(Vatan gazetesinden alınmıştır)