Atatürk\'ün İhtilal Hukuku
Dört yıl önce yayımlanan \"Ama Hangi Atatürk?\" ve yakınlarda çıkan \"Atatürk\'ün İhtilal Hukuku\". İlk kitap, bir siyasi lider olarak Atatürk\'ün içinde bulunduğu koşullara göre değişen, farklı fikirler ifade ettiğini; bu açıdan dört ayrı Atatürk\'ten söz edilebileceğini gösteriyordu. Bu ikinci kitap ise Atatürk\'ün hukuka ve demokrasiye bakışını titiz bir araştırma temelinde ortaya koymakta. Bu kitaplar Atatürk\'ün ve siyasi mirasının anlaşılması açısından vazgeçilmez iki kaynak.
Kitapların açıklığa kavuşmasına yardımcı olduğu hususların başlıcaları şunlar: Atatürk, Osmanlı\'nın yıkıntıları üzerinde modern bir ulus-devlet, bir Türk devleti ve milleti inşa işine girişmişti. Bunu başarmak için iktidarın kendinde toplanmasını (\"kuvvetler birliği\"ni) şart görüyordu. İstiklâl Mahkemeleri aracılığıyla, kendisi gibi düşünmeyenleri, bu arada Kurtuluş Savaşı\'nın demokrasiye inanan liderlerini etkisiz hale getirdi. Bir demokrat değildi ve (kimilerinin iddia ettiği gibi) ülkeyi demokrasiye hazırlamak gibi bir amacı da bulunmuyordu. Kurtuluş Savaşı\'na başarıyla önderlik etmesinin sağladığı prestij ve ordunun kumandasını elinde tutması sayesinde, 1925\'te ilan edilen Takrir-i Sükun Kanunu\'ndan öldüğü 1938\'e kadar geçen dönemde bir kişi diktatörlüğü kurdu.
Niçin? Evet, belki Harbiye\'de okuduğu yıllardan itibaren \"padişahtan da güçlü\" olmayı aklına koymuştu. Ama esinlendiği fikirlerden ve rejimlerden (Sovyetler, İtalya, Almanya) kaynaklanan otoriter çağdaşlaşma/modernleşme anlayışını dikkate almadan Atatürk\'ün izlediği politikaları değerlendirmek mümkün değildir. Onun fikri gelişimini en yetkin bir şekilde Şükrü Hanioğlu, henüz İngilizce\'den çevrilmeyi bekleyen, \"Atatürk: Bir Entelektüel Biyografi\" (2011) adlı kitabında anlattı.
Şu hususların artık iyi bilinmesi gerekiyor. Asker-sivil bürokrasiye hakim olan dille \"Ulu Önder Atatürk\"ün temellerini attığı \"Atatürkçü Düşünce Sistemi\" şu temel ilkelere dayanır: Halk kendi kendini yönetecek olgunlukta değildir ve çıkarlarını ondan daha iyi bilen seçkinler tarafından yönetilmeye muhtaçtır. Çağdaşlaşma, modernleşme demokrasiyle değil ancak devrimle, zorlamayla başarılabilir. Din, modernleşmeye engeldir. Dini bir kararla ilga etmek mümkün olmadığına göre, modernleşme dinin devlet tekeli ve denetimine alınması, dini özgürlüklerin kısıtlanması, dinin yerine bilimin konmasıyla mümkündür. Modern bir toplum ancak tekkültürlü bir toplum olabilir. Bunun için farklılıklar gözetilmeksizin halk, çoğunluğun Türk dili ve kültürüne, devletin uygun gördüğü dini inanca asimile edilmelidir. Cumhuriyet\'in \"kurucu felsefesi\" budur.
Bu \"felsefe\" 1950\'lerde iç ve dış koşulların zorlamasıyla çok-partili düzene geçilmesinden sonra, askerî darbeler sonucunda yapılan anayasalara ve temel yasalara damgasını vurmuş, asker-sivil bürokrasinin demokrasi üzerinde kurduğu vesayetin ve bu yolla sağladığı ayrıcalıkların dayanağı, meşrulaştırıcısı olmuştur. Türkiye\'de yaşanan bütün askerî darbelerin, darbe tehditlerinin, darbe girişimlerinin arkasında yatan, siyaset bilimciler tarafından Kemalizm olarak anılan \"felsefe\" budur.
Denebilir ki Atatürk\'ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi, çok-partili düzene geçilmesinden bu yana, Kemalizm\'e bağlılık ile özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi ilkelerinin benimsenmesi arasında iniş çıkışlı, el yordamıyla sürdürülen bir mücadeleye sahne olmakta. CHP\'deki son iki tüzük kurultayı da, bir yanıyla bu mücadelenin sancılarını yansıtmakta. Şurası muhakkak ki, CHP artık yüzyıl geride kalan bir dönemin ürünü olan Kemalizm\'i geride bırakmadığı sürece, özgürlük ve demokrasiyi yerleştirmek için somut olarak ne yapacağını ortaya koymadıkça, sadece iktidarın ak dediğine kara diyerek, demagojiyle iktidara gelemez. Çok basit bir nedenle: Kemalizm, Türkiye halkının özgürlük ve demokrasi talebiyle bağdaşmıyor.
(ZAMAN)