Arkadaşımın annesi!..



Fransızları, Almanları, Yunanlıları, Amerikalıları, Arapları, “öteki dünyaların” insanı, başka hayatların bir türevi sanırdım...

Büyüyüp, biraz serpilip geliştiğimde, insanlar arasında dinlerin, dillerin, ırkların, milliyetlerin suni olduğuna inandım...

İnsan insandı...

İnsan olarak dünyaya geliyordu...

Aynı familyadan çıkan canlılar, milletler, ırklar, ülkeler, siyahlar, beyazlar, Müslümanlar, Hristiyanlar diye ne diye bölünüyordu ki?..

Teorik bazda bunu bir türlü kavrayamıyordum...

***

Madam Venetia yakın arkadaşım Stelyo’nun annesiydi...

Stelyo da benim gibi tek çocuktu...

Madam Venetia da annemin bana düşkün olduğu gibi oğluna çok düşkün bir anneydi...

Arnavutköy’lü bir Rum ailesiydiler...

1986 yılında Atina’ya göç etmişlerdi...

İlk zamanlar Milliyet gazetesinde benim part-time yardımcılığımı yapıyordu Stelyo...

Aslında gazeteci değil, İTÜ mezunu yüksek makine mühendisiydi...

Gel zaman git zaman Stelyo’yla çok yakın iki arkadaş olduk biz Atina’da...

Birbirimizin herşeyini bilir, herşeyini paylaşırdık...

Stelyo annesiyle benim eve yakın bir evde oturuyordu...

Madam Venetia, çocuğuna aşırı düşkün, oğlunun günün her saati nerede ne yaptığını kontrol etmeye çalışan bir anneydi...

***

Atina’daki yalnız günlerimde yavaş yavaş ikinci annem olmaya başlamıştı Madam Venetia...

Bana kendi oğluna göstermediği töleransı gösterirdi...

Ben onun öz oğlu değildim çünkü...

Buna karşın ben kendi annemle zinhar paylaşmayacağım, kız arkadaş hikayelerimi onunla paylaşırdım, çünkü o kafamda sonradan boza pişirecek öz annem değildi...

Kendi annemle tanıştırmaktan kaçındığım, birçok kız arkadaşımı Madam Venetia’yla tanıştırırdım Atina’da...

Kızlar hakkında “fikir yürütürdü bana...”

“İyi kıza benziyor... Çok akıllı...” gibi şeyler söylerdi çoğu zaman...

Beğenmediği olursa da beni kırmazdı, “kötü bir söz söyleyip üzmezdi...”

Atina’dan İstanbul’a döndüğümde de hayatım, şangırtılı ve inişli çıkışlı olmaya devam ediyordu...

***

Atina’ya her gidişimde ona uğrar aynı muhabbetleri yapardık...

Yanımdaki yeni kız arkadaşlarımla beraber...

Bana İstanbul usulü likör ve bir orta Türk kahvesi ikram ederdi...

Stelyo’yla birlikte konuşur, gülüşür, dertleşirdik...

Başka ırklardan, başka dinlerden, başka dilleri konuşan milliyetlerden, başka ülkelerden yakın kız arkadaşlarım, kardeş mesafesinde erkek arkadaşlarım, geceler boyu birlikte uyuduğum sevgililerim oldu...

Annemin yerine geçen ikinci annelerim, ailemi aratmayan ailelerim vardı...

***

İnsandan öteye, geri kalan bütün böbürlenmelerin suni ve palavra olduğunu o zaman anladım ben...

Hayat insanın olduğu yerde, din, dil, ırk, etnisite farkı gözetmeden sürüp gidiyordu...

Ne yazık ki ölüm de...

Dün sabah Stelyo aradı...

Sabah annesiyle beraber uyanmışlardı...

Madam Venetia banyoya girmiş çıkmış, oğlu tarafından yatağa uzandırılmıştı...

Stelyo banyoya girmiş, çıktığında çayı hazırlayacağını söylemişti annesine...

İçerdeyken bir ses duydu Stelyo...

Annesi “Stelyo” diye belli belirsiz seslendi...

“Geliyorum” dedi Stelyo...

Banyodan çıktığında annesini yatağa uzanmış, başı bir tarafa düşmüş şekilde buldu...

Hiç böyle ölüneceğini tahmin etmemişti Stelyo...

Bir dakika önce konuşurken, bir dakika sonra yoktu Madam Venetia...

Ölüm de hayat gibi, din, dil, ırk, milliyet tanımamıştı...

Sabah çayı koymak üzere hazırlanırken Stelyo...

Annesini yatağında ölmüş buldu...

Atina’da veya İstanbul’da aynıydı hayat...

Elhak aynıydı ölüm...

Dinler, diller, ırklar, etnisiteler, milliyetler, ülkeler adına yapılan bunca savaşlar...

Madam Venetia’yla benim ilişkimi ne derece etkileyebilmişti ki?..

Ya da Stelyo’yla benim dünyamı!..

Musalla taşıyla, kilise çanı arasındaki izafi fark, bunca savaşa neden olacak kadar büyük müydü acaba?..

“Vatandaş Türkçe konuş” denilen tazyikler, 6-7 Eylül’de yaşanan vahşetler, Kıbrıs’ta, Batı Trakya’da yakılan camiler, sünnet edilen papazlar neye yaradılar ki?..

Madam Venetia oğluna son bir kez seslendi ve ölüp gitti işte...

Arkasında tek çocuk ve iki oğul bırakarak...

Biri Stelyo’ydu...

Ötekine de bu satırları yazmak düştü...

****

İKİ ERKEĞİN RUHUNUN DUYMAYACAĞI BİR KADIN PLANI...


Rövanş (Revanche) uzun metrajlı bir Avusturya filmi... Viyana’da randevuevinde çalışan Ukraynalı hayat kadınıyla aşk yaşayan ve kaçmaya çalışan bir adamın hikayesi olarak başlıyor film...

Sonra eşi polis olan bir başka kadının “birbirini öldürmeye çalışan iki erkeğin ruhunun duymayacağı şeytani bir planla” devam ediyor...

“Pazar yazısına kadının bu inanılmaz şeytani planından bir demet yazmak güzel olur” dedim......

Şeytani planı yapan genç kadın Avusturya kırsalında polis eşiyle yaşıyor...

İyi sayılabilecek bir ilişkileri var...

Fakat evli çift çok istemelerine rağmen, bir türlü çocuk sahibi olamıyorlar...

Kadın bir süre sonra, komşusunun torunu olarak çiftliğe gelen, genç Alman’la yavaştan flört etmeye başlıyor...

Kadınsı flörtler, davetler bunlar...

Adam kadınla hiç ilgili değil...

Onun ilgisi kadının kocasına...

Çünkü polis kocası, adamın Ukraynalı hayat kadını sevgilisini, bir soygundan kaçarken vuruyor ve öldürüyor...

Kendi kadınının öldürülmesini içine sindiremeyen genç adam, sevişme davetiyeleri gönderen kadının polis olan kocasını öldürmenin planlarını yapıyor...

***

Adamı ayartmak isteyen kadının bu durumdan haberi yok ancak adamın hiç aklında olmamasına karşın kafasına girip, adamı kendi evine davet ederek sevişiyor...

Sevişmeden bir süre sonra, adama bir daha sevişmek için davetiye gönderiyor...

Adam ikinici davetiyeyi de alarak, kadının evinde evli kadınla sevişiyor...

Olaylar bir yandan iki erkek arasında, intikam, hesaplaşma, suçlu arama, kendisiyle yüzleşme biçiminde sürerken, evli kadın, seviştiği adamdan hamile kaldığını farkediyor...

Seviştiği adamın evine gidiyor...

“Evlilik dışı birlikteliklerinin çok heyecanlı olduğunu” ancak “buna bir son vermeleri” gerektiğini söylüyor...

Adam kadının bu tavrından fazlaca bir şey anlamıyor, ancak sorun çıkarmadan kabul ediyor...

Kadın ısrarla “beraberliklerini kocasına söylememesini” istiyor adamdan...

O da gayet doğal haliyle “olur” diyor “niye söyleyeyim ki?..”

***

Oysa adam, evli kadının kendisinden hamile kaldığını bilmiyor...

Kadın bunu ona söylemiyor...

İlişkilerinin bitmesini istiyor ve bitiriyor...

Arada kocasına müjdeyi veriyor...

“Oldu en sonunda hamile kaldım...”

Adam sevinç içinde karısına sarılıyor, seviyor sarıyor kadını...

Karısından bir çocuğu olacaktır...

Havalarda uçuyor...

Oysa çocuğunu taşıdığı adamla, aslında iki kez evlerinde “heyecan dolu sevişme yaşamış” ve ilişki bitmiştir...

Adamın doğacak çocuktan da, o çocuğun kendi çocuğu olacağından da haberi yoktur...

Tıpkı kocanın o çocuğun bir başkasından olduğundan haberi olmadığı gibi...

Dahası, kadın artık heyecan verici!! bu ilişkinin devam etmemesi ve bunun, kocasına bahsedilmemesi konusunda söz almıştır...

İki erkeğin de tam olarak bir şeyden haberi yoktur...

Muhtemelen doğacak çocuğun da olmayacaktır...

Herşeyi sadece ve sadece planlayan kadın bilecektir...

***

Yaşamın o kadar içinden bir olay ki aslında bu..
.

Kadının inanılmaz gücünün ve tahmin edilemeyecek planlar yapabilme yetisinin sihirli göstergesidir Revanche (Rövanş) filminde anlatılan bu olay...

Önceki gece Götz Spielmann’ın yönetmenliğini yaptığı 2008 yapımı Avusturya filminde, hayatın “öteki ve komplike kadın olan yüzüyle” karşılaşınca, iki adamın arasındaki “öldürme” mücadelesinin ne kadar “saf, basit ve aptalca” olduğunu farkettim...

İki adam...

Biri, ötekinin kadınını öldürüyor...

Diğeri onu öldürerek ondan intikam almayı düşünüyor...

Kadın öldürülmesi düşünülen kocasına, öldürmeyi düşünen adamdan bir çocuk hediye ediyor...

Öldürmeyi düşünen adam, hamile bıraktığını bilmiyor...

Öldürülmesi düşünülen adam, doğacak çocuğunun öteki adamdan olduğunu farketmiyor...

Kadın birbirleriyle arasında kan davası olan iki adamdan, birbirlerine çocuk hediye ediyor...

“Ve Tanrı kadını yarattı...”

Filmin adım Rövanş değil bu olmalıydı...