Araf’ta mıhlandım kaldım

Kovaladığını sanıyorsundur, aslında kaçıyorsundur. Yakaladım sanırsın bir gün veya aradığını bulduğunu zannedersin. Sonra bir bakarsın ki, sen tamamen kaybolmuşsun. Ruhunun belki yarısı, belki de dörtte üçü eksiktir, ruh frengisi gibi, ruh cüzzamı gibi kopmuştur ruhunun büyük bir parçası. Ne zaman diye yalvaran gözlerle bakarsın gökyüzüne, ne zaman?  "Her nefis ölümü tadacaktır" der ilahi kitap. Sen tatmaya bazen çok hazır ve istekli hissedersin kendini, bazen de bu şerbetten tiksinirsin ve içmemek için debelenip durursun. Hayatını sorgularsın. Hayat sana ne verdi? Hayat senden ne aldı? Bunların muhasebesini, analizini yaparsın. Hayata sen mi borçlusun şimdi yoksa hayat mı sana borçlu? Bunu anlamaya çalışırsın. Sonra anlamaya çalıştığın şey başta olmak üzere her şey anlamını ve değerini yitirir. Önemli olan hiçbir şey olmadığını kabul edersin. Her şeyin kocaman bir yanılsama olduğunu fark edersin.


“Ne zaman, nerede, nasıl bulacak beni ölüm? ’’
diye sorarsın kendine. “Kimlerle tadacağım ölüm şerbetini? Birileri olacak mı yanımda bana eşlik eden? ’’ Ölümü değil, yaşamı, hayatı düşünmeye çalışırsın ama nafile! Hayat bazen ishal gibi olmuştur bazen de kabız gibi. Veya bazen gece karanlığı gibi, bazen ayın on dördü gibi, bazen de güneşin tam tepede olduğu vakitler gibi.


Bir bıkkınlık belki de! Bakıyorsun senin şehrini, senin kasabanı, senin köyünü değiştirmiş, dönüştürmüş birileri. Dostlarının çoğu ölüp gitmiş, yaşayanlar dönüşmüşler, değişmişler, negatif evrime uğramışlar. Birileri dinini, kültürünü, geleneklerini, ahlak anlayışını değiştirip  dönüştürmüş. Birileri kırmızı çizgilerini toprak rengine boyamış, ilkelerini beyaz kireç ile boyayıp silmiş.


İşte o zaman yüreğine kime gitmen gerektiğini  soruyorsun!  Yüreğin ruhunun kapısını çal diyor. Ruhunu n kapısını çalıyorsun ve çaldığın kapı aralanıyor. Aralanan kapıda ne kadar günaha batmış olursan ol, en yakın arkadaşını, en vefalı dostunu görüyorsun, daha doğrusu görmüyorsun da orada olduğunu hissediyorsun!
Yaratan mutlak güç kapıdan dostça sana bakıyor ! Seni yaradan mutlak gücün nefesini ensende hissediyorsun, şefkati ve sevgisi ve merhameti ile bütün varlığın tatlı, huzurlu ve sıcak bir rüzgar ile sarsılıyor. İslamiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik, ibadet, namaz, oruç, fitre, zekat, sadaka, dua üstü, her şeyin üzerinde veya ötesinde bir duygu bu.


Sonra birden her şeyi anlarsın. Seni huzursuz eden ne hayattır, ne de ölüm!  Seni bunaltan ne yaşamandır, ne de belirsiz bir zamanda ve belirsiz bir mekanda ölümün!  Sen beyhude geçen bunca ömrüne ağlamaktasındır!
 Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptıklarının yüz  binde birisini bile yapamadığına yanarsın! Yunus Emre’nin söylediklerinin yüz binde birisini bile söyleyemediğine yanarsın!  Plevne Gazisi Osman Paşa’nın şanlı direnişinin yüz binde birisi bile kadar bile kötülüklere ve kötülere direnemediğin için ağlarsın haline!  Boşa geçen bir hayat! Delikli para gibi harcanan bir ömür!


Sana koyan işte budur!  Ölümden daha beter olan , yaşadığın ömrünü bir ağaçkakan kadar , bir guguk kuşu kadar, bir kırlangıç kadar bile azimle, cesaretle yaşayamamandır! Her hayvan, her bitki, her kuş ve böcek fıtratının gereği gibi, layığı ile tüketirken ömrünü, sen ,seni kendi suretinde yaratan Allah’ın kulu olmaya layık yaşayamamışsındır! Hırsıza, sahtekara, öksüz ve yetim hakkı yiyene, kibir budalası ukalaya, tarihine küfredene, atasına ve şehidine terbiyesizlik edene  "Dur!"  diyememişsindir!


Ne kendin, ne ailen, ne kasaban, ne köyün, ne de ailen için hiçbir şey yapamamışsındır! Seni yakan tek pişmanlık işte budur!  Sana verilen ömür sermayesini, sana bahşedilen hayat kredisini barda, pavyonda, garsonlara ve dansözlere bahşiş dağıtır gibi harcamışsındır!


İşte bu duygular tüm ruhumu sarmalamış ve ben artık bayramları, düğünleri, şölenleri neyleyim? Ben artık kime nasıl tebessüm edeyim? Kiminle nasıl muhabbet edeyim? Bize, benim kuşağıma, iyilerin geç te olsa kazanacağı, kötülerin kaybedeceği ve hesap vereceği öğretildi. Biz bunu böyle bildik, böyle belledik, böyle olduğuna inandık. Ama milenyum dedikleri bu rezil çağın başlangıcı ile beraber, hep kötüler kazanır oldu. Şeytan son 14 yıldır kahkahalarla gülüyor keyfinden. Kötüler Musa, İsa, Davut, Muhammet peygamberin soylarından geldiklerini iddia ediyorlar arsızca.  Bazısı "ben Mehdiyim" diyor, bazıları Mehdi’yi tanıdığını ilan ediyor. İyiler Deccal ilan edildi. Ama en azından gökyüzünü, güneşi, Dolunayı, hilali, yıldızları hala görebiliyorum;  başımı yukarı çevirdiğim zaman, ıssız gecelerde ve ıssız günlerde. Beden gözlerim hiç kör olmadı. Biraz da gönül gözlerim açılsa, başka muradım olmaz gayrı.


Araf’ta sıkıştım gayrı. Sağım cennet, solum cehennem, önümde Yaratan,  ardımda şeytan…


Araf’ta sıkıştım kaldım gayrı. Mıhlandım. Ne bir adım geri gidebiliyorum, ne de bir adım ileri. Ne sağa çevirebiliyorum başımı, ne de sola. Araf’ın merkezinde mıhlandım kaldım. Karacaoğlan’ın gönül incileri dizilirken ruhuma, gözlerimden yanaklarıma nasıl yuvarlanmasın gözyaşı damlaları…


"Üryan geldim gene üryan giderim

Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var


Dirilirler dirilirler gelirler

Huzur-i mahşerde divan dururlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var"

 

Vedat Kuşaklı

k.vedat@windowslive.com