Anna Karenina’nın intikamı

Her toplumun kendisine özgü değer ve yargıları olmasına karşın bu değer ve yargılara uyanların her zaman mutlu ve huzurlu olduğunu söyleyemeyiz.


Hollywood veya Kemal Sunal filmlerinde görmeye alıştığımız “iyilerin her zaman ‘kazanacağı’, daha doğrusu mutluluğa erişeceği” fikri de her zaman doğru değildir. İnsanın kendi elinde olan toplumun kurallarına uyarak huzurlu bir hayata sahip olması ya da bu kurallara uymayı reddederek mutsuzluğu seçmesi aslında göründüğü kadar kolay da değildir. Diğer bir açıdan bakıldığında toplum kendi kurallarına uymayanları cezalandırmak için Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi rolüne de soyunmaktadır. Hâlbuki toplum, adaletin temel ilkesi olarak herkesin eşitliğinden bahsederken bu kuralı da her zaman yerine getirmemektedir. İşte bu sebeple insanlar da çoğu zaman başlarına gelen kötü şeylerin Tanrı’dan değil bizzat diğer insanlardan geldiğine inanırlar. Leo Tolstoy da tüm zamanların en etkileyici kitaplarından birisi olan Anna Karenina’ya başlarken İncil’den aldığı “intikam benimdir ve karşılığını sadece ben vereceğim” (Romalılara Mektuplar 12:19) sözüyle bu dünyada insanların yaptıkları hataların toplum tarafından değil Tanrı tarafından karşılığının verileceğine işaret etmektedir. İnsanların kendi yaptıkları kötülükleri dış dünyayla ilişkilendirmeleri ve diğer insanlardan öç almaya kalkmaları doğru değildir.


İki aşktan hangisi?


1914 yılından beri sinemaya ve radyoya aktarılan, çeşitli defalar dizi olarak uyarlanan bu ölümsüz eserin son olarak Joe Wright imzasıyla geçtiğimiz yılın sonunda vizyona giren filmi, kitabı okumadan seyredenler, -her ne kadar görsel şölenden zevk alsalar da- kitabın etkileyiciliğinden mahrum kalmışlardır. Ayrıca, kitabı okumayanlar ya da sadece adını duyanlar isimden hareketle eserin sadece ana karakterlerden birisi olan Anna Karenina hakkında olduğu yanılgısına da düşebilirler. Hâlbuki Anna Arkadyevna Karenina kitabın ne başında yer alır, ne de onun ölümüyle kitap da sona erer. Yine bazıları kitap hakkında bir “aşk romanı” ya da bu son film uyarlamasıyla birlikte bir “aşk üçgeni” hikâyesi olduğunu düşünebilirler. Aslında, Tolstoy’un büyük bir ustalıkla kurguladığı ve birbirinden bağımsız olduğu düşünülen iki hikâye ile modernizm, şehirleşme, Batılılaşma (Avrupalılaşma) ve onun o dönemki en önemli göstergelerinden birisi olan trenler ve bütün bunların toplumsal hayatta yarattığı ikiyüzlülükler ile kırsal kesimin saflığı karşılaştırılır. Bir tarafta Anna’nın ağabeyi prens Stepan Arkadyevitch Oblonsky (Stiva) ile Darya Alexandrovna (Dolly) arasında yaşanan aldatma, öbür tarafta bir köy ağası olan Konstantin Dmitrievich Levin ile Dolly’nin kız kardeşi Ekaterina Alexandrovna Shcherbatsky (Kitty) arasında yaşanan saf aşk...


Romanın başlangıcında şahit olduğumuz Stiva’nın karısını aldatması aslında tüm hikâyeyi gölgesi altında bırakmaktadır. Bu gölge tüm hikâyede romantizmi bir şekilde etkileyecektir. Ama burada üzerinde durulması gereken nokta, Stiva’nın karısını aldatması tüm hikâye boyunca hep hoşgörüyle karşılanmaktadır. Nitekim filmi izledikten sonra sinema salonunu terk edenlerin Anna’nın “kocasını aldatan ‘ahlaksız’ bir kadın” olduğu fikrinde olması belki de Tolstoy’un başarısından kaynaklanmaktadır. Nedense izleyici filmdeki iki ‘aldatma’ hadisesinden biri hakkında ahlaki hüküm verirken diğerinin hep üzeri örtülmüştür. Hâlbuki Anna’nın kocasını aldatması ağabeyinin karısına karşı sadakatsizliğinden sonra olmuş ama Stiva gibi toplum tarafından saygı duyulan birisinin bu büyük hatası/yanlışı/günahı görmezden gelinmiştir.


Her ne kadar 1870’lerin Rusyası’nı anlatsa da aslında bu hikâyede tüm zamanların ortak toplumsal yargılama biçimleri ve farklı olaylarda toplumun gösterdiği ikiyüzlülük çok açık bir biçimde eleştirilmektedir. Her ne kadar toplumun üst ve aristokrat kesimleri evliliği “aşkın yaşanabileceği yegâne ortam” olarak gördüklerini iddia etseler de büyük bir çoğunluğu evlilik dışı cinsel zevk ve hazların peşinden koşabilmektedir. Nitekim Stiva da işlemiş olduğu “toplumsal günah”tan hiç pişman olmamış; sadece aldatma olayını daha gizli tutamadığından pişmanlık duymuştur. Zira filmde kendisi evlilik dışında yaşadığı cinsellikten zevk aldığını her fırsatta dile getirirken kız kardeşinin kocasını aldatması kabul edilemezdir.


Modernleşme ve onun bir parçası olarak görülen teknoloji her ne kadar toplumların hayatlarını kolaylaştırsa da beraberinde pek çok riski de getirmektedir. Mesela, trenler taşımacılıkta topluma bir hayli kolaylık ve rahatlık getirse de diğer taraftan -belki de aralarında bariz olmayan ilişkileri çok da basit bir biçimde açıklanamasa da- toplum bu rahatlık ve kolaylığa rağmen temel değerleri ve dokusunu koruyamamakta ve neticede insanlar hayatlarını nasıl ve ne şekilde devam ettireceklerini bilememektedirler. Mesela, artık evlilikler ebeveynler tarafından belirlenememekte, herkes Batı’dan gelen “özgür aşk”ın peşinden koşarak bu yabancı rüzgârda savrulmaktadır. Nitekim hikâyede yer alan üç aşktan -daha doğrusu evlilikten- ikisi hüsran ve başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Toplumda herkesin beklentisine paralel olarak mutlu ve huzurlu bir evlilik yapmaları gereken Stiva ve Dolly’nin “başarısız” olan “şehir” evliliğine karşın Levin ve Kitty’nin “kırsal” evlilikleri modernizmden en az şekilde etkilenmiştir. Bu arada Tolstoy bu karşıtlığa başka bir örnek olarak da şehir dışında yaşayan ve çalışkan birisi olan Levin ile onun ağabeyi -belki de şehirde yaşamanın bir neticesi olarak- hastalıklarla başı dertte olan Nikolai’yı verir. Nikolai şehrin dejenerasyonu ve yozlaşmalarına paralel olarak genelevden kurtardığı Marya Nikolaevna ile yaşayan bir alkoliktir. Zaten Levin de şehri her ziyaretinde köyündeki mutlu ve huzurlu ortamı özlemektedir.


Hikâyede geçen üçüncü evlilik ise Alexey Karenin ile Anna Arkadyevna arasında gerçekleşmiş bir “şehir” evliliğidir. Bu evliliğin yozlaşmış toplumdaki kaçınılmaz başarısızlığı konu edilmektedir. Burada da yine “şehir” ve “kırsal” ayırımı yapılabilir.  Karenin, o dönemin Avrupalılaşan toplumun tüm rasyonel akılcılığını barındıran bir bürokrattır. Toplum hayatında da bireysel yaşamında da matematiksel formüllerin geçerli olduğunu düşünür. Evliliğinin tehlikeye girmiş olduğunu görmesine rağmen kıskançlığın rasyonel olmadığını, önemli olanın evlilik hayatında taraflardan birisinin zafiyetinin evlilik kurumu içerisinde akılcı yöntemlerle çözüleceğini düşünmektedir. Nitekim karısından ilk şüphelenmeye başladığında onu ikiyüzlü toplumun kendilerinden beklediği gibi duygularını saklayarak hiç bir şey olmamış gibi davranmaya zorlamıştır. Belki de hem bu evlilik içerisinde hem de şehirli olmasına rağmen “tabiat”a en yakın olan kişi Anna’dır. Zaten hikâye boyunca da Levin ile Anna arasında duygusal ve davranışsal olarak pek çok benzerlikler de bu sebeple ortaya çıkmaktadır.

Modernleşme ve aile

Büyük edebi eserlerin film uyarlamalarının başarılı olmalarını beklemek belki de her bir sanat dalına yapılan bir haksızlığı da ortaya koymaktadır. Nasıl mutluluğu anlatan bir şiirin tablosu aynı ölçüde yapılamazsa bir sanat dalındaki başarılı bir eser aynı başarıyla başka bir dala aktarılamaz. Belki de bu gerçeğin bilincinde olan yönetmen Wright da romanda uzun uzun anlatılan ziraat ve eğitim reformlarını veya kadın hakları gibi toplumsal sorunları ya da eserin sonunda tartışılan Sırpların Osmanlıya karşı isyanını atlayarak -üstelik değişik sahne taktikleriyle- mekânları da daraltarak skandal bir aşk öyküsü çekmeyi tercih etmiştir. Bu sebeple geçen yüzyılda Rusya’nın modernleşme ve Avrupalılaşma çabalarından ziyade, toplumun kadın ve erkek bireylerden beklentileri -daha doğrusu, kitabın asla saklanamayacak temel kurgusu olan toplumun ikiyüzlülüğü- vurgulanmıştır. Bu tabloda karşımıza çıkan sonuç, kadınların erkeklerden sonra geldikleri ve saygı duyulabilmeleri için öncelikle evliliklerinde sadık olmaları gerektiğidir. Ama hikâyenin başkarakterlerinden olan üç erkek, Anna’nın âşık olarak peşinden gittiği kont Alexei Kirillovich Vronsky, karısını birden fazla kere aldatan Stiva ile Anna’nın yokluğunda kontes Lidia Ivanovna’nın dini telkinlerinin etkisinde kalarak duygusal yakınlaşma içine giren Anna’nın kocası Alexey Karenin -yaptıkları gizli kalmak şartıyla- toplum tarafından dışlanmamaktadır. Ahlaki açıdan bakıldığında da eğer eserdeki üç kadın, Anna, Dolly veya Kitty’den hangisi Levin ile evlense -onun yaşadığı kırsal ortamın da etkisiyle- toplumun beklediği mutlu ve huzurlu bir evliliği olabilirdi. Filmin başlarında, Anna ile kont Vronsky’nin ilk defa karşılaştıkları tren istasyonunda bir işçinin kaza sonucu trenin altında kalarak ölümü gibi filmin sonlarında Anna’nın kendisini benzer şekilde trenin altına atarak intiharı ve Vronsky’nin Türklere karşı Sırplara destek olarak savaşa, belki de bilerek intihara trenle gitmesi gibi toplumsal değişim beraberinde hep bireysel mutsuzlukları da getirmektedir. İşte bu yüzden evlilik kurumu da bireysel başarısızlık ve değişen şartlara uyumsuzluk neticesinde hep tehdit altındadır.


Aralarındaki gizli anlaşmalardan dolayı aile, her zaman fertlerin toplamından daha fazlasını ifade etmektedir. Burada asıl önemli olan nokta, toplumun nüvesini teşkil eden aile yapısının toplumsal değişmelere karşı korunaklı hale getirilmesidir. Her toplum değişime maruz kalabilir ama bu değişim toplumda dejenerasyon ve yozlaşmaya sebep olursa ve kendi ikiyüzlülüğünü bireylere dayatmaya kalkarsa bu çifte standartlı topluma uymaya devam eden kont Vronsky’lerden inandığı aşk uğruna her şeyini kaybeden Anna Karenina’ler her zaman intikam almaya çalışacaktır. Bu eserde kocası her şeyi bizzat kendi karısının ağzından öğrendiği ve at yarışında gözleriyle gördüğü halde boşanmayı “akıl dışı” diye niteleyen, daha doğrusu toplumun kendisinden beklentilerine ters geldiği inancında olan Alexey Karenin’e karşı Anna Karenina’nın temsil ettiği ve toplumsal değer yargılarının kurbanı olan bireyler Tanrı tarafından değil de toplum tarafından cezalandırılacaklardır.


Her ne kadar 1870’lerin Rusyası’nı anlatsa da aslında bu hikâyede tüm zamanların ortak toplumsal yargılama biçimleri ve farklı olaylarda toplumun gösterdiği ikiyüzlülük çok açık bir biçimde eleştirilmektedir.