Ta yazdan beri tam gaz sürüyor bu moda.
Bilhassa Kemalist zaviyeden olaylara bakan köşe yazarlarının taşı gediğine oturttuğu düşünülen yazıları sanal âleme taşınıyor, ardından da “anlayana...” deniliyor.
Sadece “anlayana” yazılıp bırakılmıyor, sonuna mutlaka özenle “üç nokta” da yerleştiriliyor.
Bir örnek üzerinden gidelim:
Mesela Bekir Coşkun “19 Mayıs nerenize battı?” diye bir yazı mı yazdı?
O yazı hemen sanal âlemde paylaşılıyor, sonuna da “anlayana...” sözcüğü yerleştiriliyor.
Yani...
Bir tür “bu durumları yalnız bizim gibiler anlar” vurgusu...
Bir tür “sizin bu işlere kafanız basmaz” tafrası...
Bir tür “biz anladık ama siz anlamazsınız” bencilliği...
Bir tür “şüphesiz biz haklıyız” kibri...
Laf ebeliğinden öteye gitmeyen cümlelerin, cüretkâr ama pek de yakışık almayan çıkışların, çarpıcı olduğu sanılan kıyaslamaların, zekice olup olmadıklarına bakılmaksızın her türlü laf çakmaların ardından geliyor “anlayana...” sözcüğü...
Demek isteniyor ki: Duygulanmıyorsan, hele de itiraz ediyorsan mutlaka anlamadığındandır...
Demek isteniyor ki: Anlamıyorsan ya domuzluğundan anlamıyorsundur ya da aptallığından...
Demek isteniyor ki: Bunu ancak bizim gettonun duygu seline kapılarak anlayabilirsin, kapılmazsan sen sağ ben selamet...
Demek isteniyor ki: Bize bizimkilerin bu tür yazıları yeter.
Demek isteniyor ki: Biz “anlayanlar cemaati”ndeniz, anlamayanlara da sonuna kadar kapalıyız.
Demek isteniyor ki: Bizim bir kafa konforumuz vardır, konforumuza maydanoz olma, turp sıkma.
Olmaz ya...
Eğer bir gün benim herhangi bir yazımın altına “anlayana...” diye bir sözcük yerleştirilirse...
Kendimi çok ama çok bedbaht hissedeceğim.
Çünkü ben “anlayana...” değil, “anlamayana...” seslendiğimi düşünüyor ve bundan da kendime müthiş bir gurur çıkarıyorum.
SEVGİLİ Meltem...
Her şey çok güzel ve çok gurur vericiydi.
“Ve şimdi de uluslararası sinema yıldızı Meltem Cumbul...” diye takdim edildikten sonra Hollywood’un devlerinin arasından öyle kurumlu bir şekilde geçtin ki resmen yüreğim kabardı, göğsüm daraldı, gözüm yaşardı.
Sahnede sevimli bir oğlan çocuğu edasıyla iki parmağını kaldırıp zafer işareti yapman, İngilizce cümlelerin arasına özenle yerleştirdiğin Türkçe ile güzel dilimizi dünyaya duyurman, bir güzellik yarışması finalisti gibi barışa vurgu yapman, hele bunu Atatürk’ümüzün veciz sözüyle ifade etmen, en sonunda da vakar içinde sahneyi terk etmen...
Hepsi ama hepsi şahaneydi, kusursuzdu, mükemmeldi.
Türk kadını ancak bu kadar güzel bir şekilde temsil edilebilirdi.
İnan Nuri Bilge Ceylan’ın “yalnız ve güzel ülkem” cümlesini bile yıkıp geçtin.
Çekemeyenler yüzüne kondurduğun o gülücüğe kurban olsunlar!
Sevgili Meltem...
Bazıları “Uluslararası sinema yıldızı” diye takdim edilmene takılmışlar.
“Hangi uluslararası projede yer aldı? Yoksa ‘Nuri’ adlı dizi uluslararası bir proje de biz mi bilmiyoruz?” falan diye çemkiriyorlar.
Sakın onlara aldırma Meltem...
Onlar hep alışıldık sıralamayla düşünen, olaylara kalıplarla yaklaşan şabloncu tiplerdir.
Oysa sen kalıpları kırıyorsun!
Bir devrim yapıyorsun!
“Önce iş yapıp ödülü kap / Ardından sahneye çık” gibi eski ve köhne anlayışı yıkıyor, onun yerine “Önce uluslararası sahneye çık / Ardından da uluslararası projelerde yer al” tarzında yeni bir anlayış getiriyorsun.
Ya da...
“Uluslararası sahneye çıkmak için ille de uluslararası başarı gerekmez” şeklinde Türk insanının özgüvenini arttıran yeni bir çığır açıyorsun.
Senin sayende Türk insanı, önemli bir başarı elde etmeden bile uluslararası sahnede yer alabileceğini görüyor ve müthiş bir cesaret kazanıyor.
Bu da az şey değildir hani...
Devam et Meltem...
Gururumuzsun...
BENİM bir hissiyatım var:
Rauf Denktaş, ciddi bir hastalık geçirmeseydi, “milli dava önderi” falan denilmeyecek belki de Ergenekon’dan tutuklanacaktı.
Çünkü rahmetli, bugün Ergenekon’dan içeride olanlarla aynı dalga boyundandı.
Beraber yürüdüler yolları, beraber ıslandılar yağan yağmurda.
Fakat olmadı...
Çünkü Denktaş’ın sağlık sorunları vardı ve sorunları ciddiydi.
- İktidar çevrelerinden yükselen Denktaş övgülerini görünce...
- Ulusal yas ilan edildiğini öğrenince...
- “Kahraman” sloganlarının atıldığını fark edince...
İster istemez “Ne iş?” diye soruyorum.
Sakın “Ne var yani? Ölülerimizi hayırla yâd ediyoruz” denilmesin.
Çünkü “hayırla yâd etmek” ile “ulusal yas ilan etmek” arasında bir yer mutlaka vardır.
Bu yazdıklarımın Denktaş’ın değeri ve önemiyle bir ilgisi yok.
Ben hayatta iken verilen yer ile ölünce verilen yer arasındaki derin çelişkiye takılıyorum.
Ya sağlığında neredeyse içeri atılacak adam muamelesi yapma ya da ölünce ulusal yas ilan etme...
Bunu söylemek istiyorum.
ZAMAN ’ın Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal’ın davetiyle gazetenin Ankara Temsilciliği’ndeki dar kapsamlı yemeğe katıldım.
Yemekte Zaman’dan arkadaşlar, Yeni Şafak gazetesi Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi ve Star gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Kartoğlu’nun yanı sıra AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de vardı.
Oturduk, konuştuk.
Bazen hepimiz aynı noktalarda buluştuk, bazen ayrıldık.
Zaman’ın Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal, imam hatipten arkadaşım.
Görüşlerimiz farklılaşsa da aramızdaki teması hiç kesmedik.
Ben biraz ihmalkâr ve vefasız biriyimdir.
Ama Mustafa öyle değil.
Aramızdaki temas kopmadıysa, Mustafa’nın insancıllığı ve vefası sayesindedir.
Zaman gazetesindeki yemek, asık suratlı bir yemek değildi.
Rahat, sivil, güler yüzlü bir yemekti:
Birbirimize imam hatip şakaları yaptık, Necip Fazıl anekdotları anlattık, “The Cemaat” dedik, Erbakan Hoca’yı andık, mahallenin gündemini konuştuk.
Şunu fark ettim.
“Eski mahalle”yi fena halde özlemişim.
Ve çok da ihmal etmişim.
Türkiye’nin bugünkü şartlarında mahallelerden herhangi birine mensup olmadan mahalleler arasında keyfince dolaşamazsın, bunu biliyorum.
O mahalleye gidersen “bak, nasıl da yanaşıyor” derler...
Bu mahalleye dalarsan, “bak, nasıl da alıştı” derler.
Yani Türkiye, mahalleler arası anlık geçişlerin mümkün olduğu bir ülke olmaktan çıktı. Gerginlik o derece büyük, karşılıklı öfke o denli fazla ki...
İki taraf da içe kapandı, iki taraf da gettolaştı, iki taraf da yan yana gelemez oldu.
Bu durumda da olan bizim gibi “mahallesizler”e oldu.
Türkiye normalleşse...
Gerginlikler azalsa...
Tahammül artsa...
Mahalleler içe kapanmasa...
Bir gazetecinin...
Sabah saatlerinde Ankara Barosu’nun toplantısında iktidarı kıyasıya eleştirip öğleden sonra da iktidara yakın isimlerle yemek yemesinde zerre kadar yadırganacak bir durum olmaz.
Ancak bugünkü Türkiye ortamında...
Maalesef bu durumun haber değeri var.