Ne ayrıntılarda yok olmalı ne de bütünde kör olmalı yaşarken.
İnançlar doğrultusunda yaşarken, egonun gölgesinde kalmadan yaşamanın en önemli adımlarından biri; dinlemeyi başarabilmektir.
Her şeye kendinden başlamalısın. Kendini dinlemeyi öğrenmelisin önce. Yüreğini, zihnini, düşlerini, düşüncelerini, bedenini; dinlemeyi öğrenmelisin.
O an yaşadığın olayın başlangıç dilini çözmeli ve nedenini görmelisin ki (yaşamını dinlemek) ego seni başkalarına saldırıya, kendini hırpalamaya itmesin.
Son dönemde yazım tarzımla ilgili fazlaca eleştiri aldım. Bir konuyu baştan sona işleyemediğimi, daldan dala atladığımı, bütünlük olmadığını söylüyordu bazıları. Kime göre? diye sordum, Bana Göre! diye cevap geldi genelde. Herkes kendince haklıydı sadece sustum, gülümsedim ve haklısınız dedim. Neden açıklama yapma gereği duymadığımı sorduğunda bir arkadaşım: Hayatın içindeki herşeyin zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olduğunu göremeyen, saplanıp kaldığı noktadan olaylara bakan, geniş açıyla bakmaktan ziyade alışılmış tarzların dışındakileri yanlış kabul eden birine sence ne anlatabilirim? dediğimde anladığını ama bunu insanlara göstermenin illa bir yolunun olabileceğini söyledi arkadaşım.
Çoğumuz anı yaşamayı hep yanlış anlıyoruz aslında.
‘Anı yaşamak’ dediğimiz yaşam felsefesi ‘tüketmek’ değildir.
Her gününü son günün gibi yaşa derken bilgeler, bencil ve insanlara zararda verse istediğini yap mı demek istemişler sence?
Yoksa, öyle yaşa ki her anını, bir saniye sonraya güzellik, iyilik, sevgi, saygı, ahlak olarak mı dönüşsün demişler.
-Ben bunu yapmak istiyorum!
-Niye?
-Çünkü benim hayatım ve ben anı yaşıyorum.
-Haklısın bu açıdan bakıyorsan olaylara. O zaman çevrende birileri seni incittiğinde, kızdığında, bağırdığında, eleştirdiğide, bencilce sana davrandıklarında kızmaya hakkın yok. Çünkü onlarda anı yaşıyor, senin gibi.
-Ama... diye başlar işte bu kilit noktasında konuşma.
Aması yok işte bu yaşam şeklinin. Sen kendine, çevrene, seni var edenlere sağır olursan ektiğini biçersin. Toprağa bugday tohumu ekip, mısır çıkmasını nasıl beklersin ki. Sen hayata karşı üç maymunu oynarken, hayat ve insanlar sana niye böyle davranmasın? Verdiğini alıyorsun sadece.
Hasadın ektiğin tohumların.
Öyle çok uzak değil ki dinlemenin önemini anlamak. Aynaya baksan göreceksin zaten. Bak aynaya, yüzüne. Kac agzın var? Bir. Kaç kulağın var? İki. Neden sence?
İki dinle, bir konuş diye olabilir mi?
Yemek yapmayı sevenler bilir, bir yemeğin lezzetli olmasını istiyorsan kısık ateşte, yavaş yavaş pişireceksin sabırını içine katarak. Tam kıvamında indireceksin ocaktan, yakmadan ve biraz dinlenecek o yemek servis yapmadan; yoksa aşırı sıcak oluşundan tadını alamazsın. Tez canlıysan, harlı ateşte pişirirsen, dıştan pişer içi çiğ kalır.
İnsan gibi... Ama yaşadığı her olayda ben hayatı yedim, yuttum, çözdüm diyen insan gibi. Görünüşü seni aldatır. İki kelam edince anlıyıverirsin harlı ateşte sabrın şerbetinin içine girmeden piştiğini.
Git bir kazana gir, kısık ateşte pişir kendini demiyorum tabi ki sana...
Mevlana ne demiş: Hamdım... Piştim... Yandım...
Kendini dinleyebileceğin bir yer bul kendine. Arada çekil oraya. Sadece sus... Sus... Sus...
Bazıları kalabalıkta dinlenir, bazıları kitap okurken, bazıları film seyrederken, bazıları yorganı çeker tepesinden, bazıları dua eder, bazıları yoga yapar... Ben kendimi dinlemek için mezarlığa giderim. İki zıtlığın (ölümle-yaşam) kardeşliğini ve hayatın sonsuz olmadığını anımsatan en gerçekci yerdir mezarlıklar. Ego tamda orada sıfır noktasındadır. Hiçlikle heplik yanyana yatar toprağın altında. Evet yanlış okumadınız mezarlık.
Bunun sebebi öyle dramatik falan değil. Kendimi en rahat duyabildiğim yer olduğu için.
Yazıyı baştan sona okuyup gene her satırı birbirine bağlayamanlara kocaman bir gülümseme gönderiyorum.
Sukut, sabır, gönül gözü... Yemeğinizden bunları hiç eksik etmeyin.