Eylül sonları böyledir: Giden, sadece kuruyan dallar arasından süzüle süzüle toprağa düşen, rüzgârda bir o yana bir bu yana uçuşan, yavaşlatılmış ritmine hüzünler karışan yapraklar değildir. Renkleri gurûbu kıskandıran o muazzam cünbüşde, uğurlama telâşının göz kamaştırıcı estetiği vardır. O muhteşem renkler, şâhâne vedâları da söyler. Ölümün mevsimi sonbahardır, hatta düpedüz Eylül’dür ve ölüm bazen Eylül kokar.
Cengiz Dağcı’yı böyle bir Eylül kollarına alıp götürdü. Ona yakışan buydu. Hayatı bir sonbahar olan sanatkârı, sonbahar allayıp pullayıp menziline uğurladı. Tabiatin vefasına aşk olsun! Yaradılışın şaşmaz kanunu, katmerli şaşkınlıklar ve sualler ortasında bizi Cengiz Dağcı’sız bıraktı.
Benim neslim Cengiz Dağcı’nın kucağına doğmuştu. Korkunç Yıllar’ı okuduğumda 14 yaşındaydım. Kayseri Kültür Derneği’nde bir “Esir Türkler Haftası”na katılmıştım. Perişandım. “Türk nasıl esir edilebilirdi?” bunu aklım, havsalam almıyordu. Bu esaret, bu utanç, bu kahredici, bu aşağılayıcı durum nasıl olabilirdi? Karar verdim, ben de o Türkçü gruba katılacak ve bu uğursuz gidişi durdurmak isteyen oradaki bir avuç idealistle beraber çalışacaktım. Çalışmak ve bu uğurda mücadele edebilmek için de bilmeliydim.
Derneğin Kütüphanesinde topu topu 50 kitap ya var, ya yoktu. Bunlardan bir kaç tanesi Varlık Yayınları’ndan çıkan Cengiz Dağcı romanlarıydı. Yaşar Nabi merhum, Cep kitapları eb’âdında, 6 veya 8 punto, göz yoran, okuyucu ürküten kitaplar basardı. Bunlar da onlardandı. Korkunç Yıllar’ı, Onlar da İnsandı, Badem dalına Asılı Bebekler, takib etti. Okudum ağladım, hatırladım ağladım ve hala ağlarım!
Yıllar birbirinin izini sürdükçe, Cengiz Dağcı’nın eserleri de geliyordu. İnsan zihinlerinin hiziplere çok fazla prim verdiği vesveseli zamanlardı. Kavga içindeydik ve belki de mazurduk: Çünkü Cengiz Dağcı romanlarını basan yayınevi bizim kampta değildi. Hangi kampta olduğu tam belli olmasa da, “bizden” olmadığı belliydi. Bir de bu vesveselerle uğraşmak zorunda kalıyorduk. Bunu söyleyenlerin çoğunluğu, okuyanlar değil, “bizden veya değil”den öte dikkatleri olmayanlardı. Yine de karşılık bulan ve üzerinde konuşulan bazı sualler vardı: Bu, kaleminden bal damlayan adam nasıl yetişmişti ve nerede yaşıyordu? Kimdi? Nasıl bir hikâyesi vardı? Ve arkasından o anarşi ve kamplaşma yıllarının can alıcı sorusu bütün bunları bastırırdı? “İyi de niçin Varlık basıyor bu kitapları?” Cengiz Aytmatov için de aynı minvalde sorular sorulur, o’nun Sovyetlerde yaşaması dolayısıyle, buna mecbur olduğu söylenirdi. Cengiz Aytmatov’un temize çıktığı yerde, ondan daha çok sevildiği muhakkak olan Cengiz Dağcı’nın durumu da kurtulurdu: Öyle ya, o da Kırım’ı konu alan eserler yazdığı için, Sovyet dünyasına ulaşması değilse bile yakınlarının sıkıntı yaşamaması ancak böyle sol tandanslı kabul edilen bir yayınevi ile mümkün olabilirdi. Türkiye’ye hâkim sol aydınlara ulaşmak ve kabul edilmenin cazibesini düşünenlerimiz de az değildi.
Asıl sebebin, Yazarın müracaat ettiği yayınevlerinden sadece Varlık’ın gösterdiği ilgi olduğunu o zaman ne düşünebilir, ne de bilebilirdik. Diğer taraftan, Merhum Yaşar Nabi’nin, Cengiz Dağcı yayıncısı olmaktan dolayı hâkim sol entelijansiya tarafından alkışlandığı da söylenemezdi.
Hakperestliği muhakkaktı. Büyük şöhreti sayesinde, tenkidlere aldırmıyor ve bu anti-sovyet ve anti-rus görünen romanları basabiliyordu.
*****
Cengiz Dağcı, 2. Dünya Savaşı’nda Alamanlara esir düşmüştü. Savaşın en sıcak zamanında 1941’de başlayan esaret savaş sonuna kadar sürecekti. Almanlar yenilince esaret yılları bitse de, vatansızlık çilesi yanında geçim derdi ile savaş da başlıyordu. Nereye gidecekti? Nerede yaşayacaktı? Türkiye’ye gelmeyi düşündüğünü biliyoruz. O sırada gelen evlilik vesair şartlar Türkiye’ye gelmesine engel olmuş gibidir. Esasen, bu konuda Almanya’daki misyonumuz hakkında tatsız sayılabilecek çeşitli rivayetler de söylenmiştir. Netice itibariyle İngiltere, yerleşmeyi seçtiği ülkedir. İngiltere’de yaşamayı seçmesinin sebepleri de muhtelif adlarla yayınlanan hatıralarında yazılıdır. Bizim için önemli olan, o’nun bu tercihinin ne kadar verimli olduğunu görmektir.
Türk ve Müslüman olmayan Regina Hanım’la evliydi. Türklüğün ona büyük borcu olduğunu unutmamak lazımdır. Sakin ve mütevazı’ hayatlarında, kızları Arzu dışında, sadece Cengiz Dağcı’nın Kırım’ı konu alan romanlarının doğum sancıları, doğumu ve sonrası vardı. Bunu kabullenmiş ve eşine yo açmıştır. Ailece bu tek hedefe kilitlenmeleri, Türklüğe, Türk ve Dünya Edebiyatına o eşsiz eserleri kazandırmıştır. Bu muazzam konsantrasyon üzerinde ısrarla durmak lazımdır.
Mütevazı’ yaşayışlarından kısa zaman aralıklarıyla bile ayrılmayı, gezmeyi, görmeyi, hayata başka türlü karışmayı tercih etmediler. Belki düşünmediler de. Cengiz Dağcı’nın Kırım’a gitmesi 1992’ye kadar zaten düşünülemezdi. Türkiye için her şey hazır, uygun ve hatta sayısız davet varken, gelmemesi de çok dikkat çekicidir. Yazı hayatını uğruna verdiği Kırım’a ve anadilinin beşiği, eserlerinin yayıldığı, sevildiği Türkiye’ye bir defa olsun gelmemiştir. 1998’e kadar hasta eşi Regina Hanım’ın durumu, daha sonra da kendi sağlığı buna imkân vermemiş gibi görünüyor. Başka çok husûsî sebepleri de olmalıdır.
Hayal ve tasavvurda koca bir dünya kuran Cengiz Dağcı’nın, içinde yaşadığı ve yaşattığı Kırım ve Türkiye’yi başka türlü görmekten çekinen bir iç hali de düşünülebilir. Ömrü dar bir alanda ve yazı masasına bağlı geçen yazar, çizdiği çerçeve dışında havasız ve susuz kalacağı duygusuna kapılacak kadar endişe duyabilir. Dünyasından uzaklaşmak, onu ebediyen kaybetmek korkusuna da yol açabilir. Kurduğu dünya, mübarek ana dili, Kırım ve Türkiye yalnız orada, o ev içinde, çalışma masasında, sofada, kapı eşiğinde ve küçük bahçede yaşar. Kırım’a da Türkiye’ye de gidilemez. Onların hayali ve işte o ev ve bahçe çevresinde teneffüs edilen cennet kokusu terk edilemez. Terk edilirse o Güzel Kırım, Türkçe’nin şahane destansı ifadeleri, belki de söze düşmeyecek masallara, Kaf Dağı’nın ardına çekilir. Cengiz Dağcı, zaten Kaf Dağı’nın ardından devşirdiği hayalin de, gerçeğin de kaybedilmesine dayanamaz, üzerine tir tir titrer, gündüzünde gecesinde başucundan, eşiğinden ayrılmaz. Kurduğu dünyaya sıkı sıkı sarılırken gerçeğine adım atamaz. Leylâ’sıda, Mecnun’u da içindedir, kendindedir. Bir başka çilesi de buradadır. Bu husus da şahsiyetinin çok incelenmesi gereken tarafları arasına kaydedilmelidir.
*****
Kayda değer bir başka husus, çok meşhur bir yazar olmasına rağmen, medyada neredeyse hiç görünmemesidir. Ondan mülakat almayı başaran gazeteci sayısı birkaç kişiyle sınırlıdır. Yayın
dünyasının bilinen yollarının herhangi birini kullanarak tanıtıma girişmemiştir. Kendisi dışında da, o’nun adına düzenlenmiş, kampanyaya benzer bir tanıtım işini hatırlamıyoruz.
Bazı ana çizgilerini verdiğimiz bu ruh yapısının bütün elemanları, yazmaya sevkedilmişlerdir. Bunlar dikkate alınınca, Cengiz Dağcı, kendini yazmak için kurgulamış, gönlünü, zihnini ve zamanını yazacaklarına vakfetmiş bir idealist gibi görünür. Yazmak, yeniden inşa etmek ve tabii inşa edilmek olmakla beraber bir neticedir. Cengiz Dağcı’yı yazmaya sevkeden de bütün eserlerine hâkim olan çocukluğunun Kırım’ıdır. Onun okuyucusu olanlar, bütün bir Kırım coğrafyasını, köylerine, koylarına varıncaya kadar tanırlar. O kadar canlı anlatır. O kadar sevdirir ki, o yerleri görmek, yaşamak ihtiyacını duyar, acılarını dindirme heyacanına kapılırsınız. Böyle bir hareket enerjisiyle dolar ve kabınıza sığmaz olursunuz. Cengiz Dağcı tesiri bu kadar derindir ve kolay kolay hatırdan, hafızadan, gönülden çıkmaz. Benim gibi Cengiz Dağcı okuyucuları, Kırım’a gitmeden Kırım’ı biliyorlardı. Dilin gücü sayesinde, edebiyata aksetmemiş Türkiye coğrafyasının geniş parçalarından daha çok Kırım’ı biliyorduk, belki birçoğumuz için hala da öyledir.
Kırım’a 1994 yılında gittiğim zaman rehberim Cengiz Dağcı’nın eserleriydi. Bize mihmandarlık edenlerin bilmedikleri detaylarla Kırım’ı tanıdığımıza yeni yeni oraya yeniden yerleşmeye başlayan yerli Türkler hayret ediyorlardı. “Bu şaşkınlığı yaşamayan yalnız Abdülcemil Kırımoğlu’ydu” desem yanılmış olmam. Bu çilekeş Türkoğlu, idealist lider sıfatıyla Kırım’ı mutlaka bizden daha çok biliyordu.
Bu kadar detay bilgiyi ve içten tanımayı, herkesten ve her şeyden çok Cengiz Dağcı’ya borçluyuz. O, Sevgili Dostum Zafer Karatay’a verdiği televizyon mülâkatında, her ne kadar “Bizim hakîkî kahramanlarımız Kırım’a dönen üçyüzbin kişidir…” diyorsa da, bu şeref hemen bütünüyle onundur. Toprağa kan akıtanlar, bu kalem çilekeşi sayesinde Vatanın evladlarına haklarını helal etmişlerdir. Çünkü, vatanı bir cazibe merkezi yapan imanı, o kanlar üzerinde yazılan Cengiz Aga destanları beslemiştir.
Cengiz Dağcı’nın yazmayı tercih etmesinin Türklük için ne manalar ifade ettiği, ne büyük bir talih olduğu gün geçtikçe daha çok anlaşılacak. Edebiyat Tarihleri, yer yer naiflikler taşıyan bu destan yazıcısına, bizim bugün verdiğimizden daha fazla ve daha yüksek değer verecek. Özellikle, bir hususun öne çıkacağını ümid ediyorum: Cengiz Dağcı, yazıcılığında tam bir milliyetçidir. Hattâ, o’nun gibi yazdıklarının tamamına yakınını vatanına hasreden bir başka yazar bulmak epeyce güçtür. Bu tesbiti, yazdıklarından çıkarıyoruz. Yoksa o, bunu söyleyen ve bağıran bir yazış tarzını benimsememiştir. Hatıralarında bile bu hava yoktur. Anneme mektuplar ve Yansılar serisi hakkında sanırım 10 yıl kadar önce Türk Edebiyatı’nda bir yazım yayınlanmıştı. Orada da bu hususu söylediğimi hatırlar gibiyim: O, memleketini ve oradan genişleyen derdini söyleyen, eserini, siyasetin ve fikrin ağırlığından kurtarabilen bir kalemdi. Romanlarında, Rus emperyalizmini en çıplak haliyle anlatıyordu. Bütünüyle mesaisi bu konu etrafında döndüğü halde, Rusluğa karşı bir tavır içinde olduğu söylenemez ve nefrete varan, intikama sevkeden hisler ona uzaktır. Cengiz Aga, sevdiğini söylüyordu, derdi vatanıydı; milletini ve toprağını seviyordu ve sevdiklerine zulmedenleri deşifre ediyordu. Yaptığı, o zulümleri, yaşandığı şekliyle, yaşandığı yerde, bütün canlılığıyla anlatmaktı. Bununla birlikte, bütünüyle siyâsî bir yazardı ve memleket edebiyatının dünyada nâdir bulunur örneklerini vermişti.
Cengiz Dağcı’yı, fotograflar dışında Sevgili Zafer’in yaptığı belgeselde görünce pek çok husus yanında bir şey de dikkatlere çarpıyordu: Karşımızda yüzü acılaşmış bir adam yoktu. Hayret, hep acıları yazmış,
acılarla yoğrulmuş, bir ağıt gibi hatırlanan adamda neredeyse zerre miktar acılık yoktu! Eski zaman ihtiyarlarımız gibi mütebessimdi. Derviş sanatkâr tipinin şahane bir örneği karşısında olduğumuzu hissetmiştim. Cengiz Dağcı’yı, o gün bir daha, şahsiyetinin derin çehresiyle duymuş, âdetâ hakkıyla tanımış ve sevmiştim.
Cengiz Dağcı’nın yazıcılığında Türkiye Türkçesi’ni tercih etmesi üzerinde de durmak lazım. 1950’li yıllarda başlayan bu uzun hikâyenin öyle kolay olduğu söylenemez. Kendisi anlatır: Çok düşünmüş ve zor bir karar vermiştir. İhtimallerden biri, Rusça veya iyi bilmediği diğer batı dillerinden birinde yazmaktır. Olabilirdi, fakat tercih etmez. Kırım şivesinde yazmak da bir ihtimaldir, onu da tercih etmez. Yalı Boyu denen ve Osmanlı Asırları’nda merkeze bağlı olan Kırım’ın kıyı şeridinde doğduğu için şîvesi İstanbul’a yakındır. Bu yakınlığın da sevkıyle, en geniş Türk nüfusunun yaşadığı Türkiye Türkçesi’nde (İstanbul şivesi demek daha doğru) yazmaya karar verir.
Esasen, İstanbul Türkçesi de tam olarak bilmediği bir sahadır. Lokantalarda bulaşıkçılık ederek yaşamaktadır. Lokantacılık sonra bir bakıma geçindiği mesleği olacaktır; işte o işçilik devrinde, boğazından kısarak aldığı transistörlü bir radyodan Türkiye’nin Sesi Radyosu’nu dinleyerek Türkçe’sini geliştirir. Daha sonra, kitaplar ve dergileri temin eden Türkiyeli dostları olur. Gündüz bulaşık yıkar, gece yarılarında kaleme sarılır. Bu şartlarda yazması bir mucize sayılmak lazım gelirken, bir de dil hâkimiyeti problemini aşmak zorunda olması ve buna cesaret edebilmesi ne kadar yüksek bir irade ve şuurun karşısında olduğumuzu gösterir.
1956 yılında ilk eseri Varlık Yayınları arasında çıktığı zaman, dil engelinin aşıldığı artık belli olmuştur. Yaşar Nabi Nayır’ın Ziya Osman Saba’ya verdiği bu metinler, Şâir’in küçük düzeltmeleriyle yayınlanır. Benim 14. Yaşımda okuduğum Korkunç Yıllar’la başlayan seride, Ziya Osman Saba zevkinin de hissesi bulunduğunu çok sonra öğrenecektim. Fakat, o’nun küçük çaplı redaksiyonu, Yazar’ın İstanbul Türkçesi’ne bu kadar uzak bir memlekette ne kadar hâkim olduğunu görmemize engel değildir. Bana kalırsa, Cengiz Dağcı’yı, bir daha büyüten olağanüstü gelişme budur.
29 harfli İstanbul Türkçesiyle yazması, ayrıca muazzam bir iş olmuştur. 300 bin nüfusu yerleştirebildiğimiz Kırım için ayrı alfabe yapan bizim anlayışımızla Cengiz Dağcı’yı millet hayrına iş yapmak bakımından mukayese etmeyi düşünemiyorum. Gaspıralı çizgisinin adamı, Cengiz Dağcı’dır, maalesef birkaç değişik ses bahanesiyle onlarca değişik alfabeyi yapan bizler değiliz. Tek bir harflik ayrılığa bile gönlü razı olmayan, geniş gönüllü, kozasını köşesinde ördükçe ören bu eşsiz dil ustasını, siyaseti aşan siyasetinden dolayı da şükranla anmak ihtiyacındayız.
Cengiz Dağcı, hiç şüphesiz, yaşayan en büyük Türk yazarları'ndan olmak yanında Türkçe'nin en büyük yazarlarındandı. Cengiz Aytmatov gibi Türkçe yazmayan büyük Türk yazarlarından en önemli farkı buydu. Bu hususu bir kere daha tekrar ifade etmekten büyük zevk duyuyorum.
Nereye defnedileceği de önemli bir bahisti. Türk Dünyası’na toplam ilgisi Gazze’nin onda birine ulaşmayan devletimizin bu konudaki imtihanı büyük başarıyla geçmesinden içimiz ferahladı. Büyük Yazarın doğduğu topraklara, üstelik köyüne defnini sağlayan Türkiye Hükûmeti’nin gayreti, devlet ve millet vizyonuna yakışan işler sırasında müstesna yerini aldı. Dışişleri Bakanımız Davudoğlu’nun derhal harekete geçmesi, cenazede başka bakan ve vekillerle beraber bulunması, özlediğimiz Türkçe davranışlar olarak, kusursuz bir sürecin mükemmel yönetimini duyurdu. Dünyaya da, birkaç yıldır
ipoteği altında bulunduğumuz Gazze’den daha manalı bir mesaj verdi. Eminim, bu hadise “büyük devlet vizyonu”nu, yaptığımız pek çok şeyden daha çok göstermiştir.
Cengiz Aga, uzun ve çileli ömrünün sonunda, dünyalı nefeslerini tüketerek, vatanına dönebildi. Şimdi, Kızıltaş’ın bağrında bütün Kırım’ı, karşı yakayı seyrediyor olmalıdır. Bana kalsa, Gurzuf’ta, Yalta veya Alucra’nın yamaçlarında Karadeniz’e bakan bir yere gömülmesini ve oradan karşı kıyıyı seyretmesini isterdim. Doğduğu yerde defni çok uygun ve en doğru tercih olmasına rağmen, yıllar yılı içimde büyüttüğümü anladığım bu hayali bir türlü değiştiremedim. Sevgili Kızıltaş bu hayali mazur görecektir. Çünkü Cengiz Aga’nın yattığı Yalıboyu’nca nazlı bir bayrak gibi süzüle süzüle dalgalanması, büyük bir sembolü milletimizin geleceğine en görünür ve görkemli haliyle taşımak manasını da taşıyacaktı.
Ben, o’nu, böyle bir büyük sembol olmanın zevkıyle hatırlayacağım!
*Yazı Türk Edebiyatı Dergisi’nin kasım 2011 sayısından alınmıştır