Altın tabanca...
Sarışın, geçkince, muktedir kadının, cep telefonuna gelen videoya bakarak salıverdiği "Waww" nidasından sonra kahkahayla sarf ettiği Roma'nın zafer cümlesi, tarihte ikinci kez bu kadar anlamlı. "Yarattım. İşim bitince kaldırıp attım. Çıkarlarıma ters düştüğü anda da işini bitirdim".
Muammer Kaddafi. Sağken, kendisini bir kaşık suda boğabileceklere bile ölüm tarzını düşündürttü. Bir darbeyle geldi, halkının elinde devrilerek gitti. Batı'nın eseriydi büyük olasılıkla. Ne zaman ki oyuna başkaldırdı, o zaman halkıyla baş başa kaldı. O halk ki milletleşme sürecine geç girmiş, arkasında bir devlet geleneği bulunmayan, çoğu aşiretler, kabileler, sülaleler halinde yaşayan yerel güçlerden ibaretti. Kırk iki yıllık iktidarı boyunca böyle bir kitleyi bir arada tutmanın aşiretleri birbirine yaklaştırmak kadar onlara çölün gururunu okşayan bir lider olarak görünmekle mümkün olduğunu bilecek denli çölün diline vâkıftı. Bu halkın, gururunun okşanmasına ihtiyacı vardı. O gurur da en fazla liderlerinin kimliğinden beslenebilirdi. Kaddafi, Batı'yla yolları ayırdıktan sonra tutunabileceği tek şey olan halkına böyle tutundu. Kendisinden bir imaj çıkardı. O imajı bir yandan beslerken bir yandan da onun esiri oldu.
Altın tabanca. Kralların kralı. Albay. Çöllerin kaplanı. Ebedi genç. Ebedi yakışıklı.
Bütün bunlara "şiddetle" ihtiyacı vardı. Hem kendi megalomanisini ve narsisizmini tatmin etmek için, başka türlü ayakta duramazdı çünkü bütün benzerleri gibi, hem de elinin altındaki malzemeyi bir arada tutabilmek için.
Delilik ile dehanın birbirine çok yakın merkezleri üzerinden daireler çizerken kaçınılmaz olarak yekdiğerinin alanını taradı. Tek başına Batı'ya kafa tutan, güçlü, cesur, eksantrik, paranoyak, çılgın, zalim, müstebit, acımasız. Hepsi oydu. Batı karşıtı bir söylemi fütursuzca dillendirirken Arap birliği hayalini kurdu. Libya'daki İngiltere ve ABD üslerini kapattı. Petrol kuyularını millileştirdi. Avrupa'nın göbeğine meşhur çadırını kurdu, İtalyan başbakanının yanına göğsünde İtalyanlar'ın idam ettiği Ömer Muhtar'ın resmiyle çıktı, eli öpüldü vesaire vesaire. Bütün bunların okşadığı çöl gururu kırk iki yıllık diktatörün iç cazibelerini oluşturdu.
Fakat tehlikeli bir terazinin gidip gelen kefeleri arasında bir yandan o gururu okşarken şiddetle sıktığı şeyi fazlasıyla da acıttı. Meşrulaştırdığı, gerekçelerini kurduğu, mantığına kendisinin de inandığı bir silsilede bütün diktatörlerle aynı hataları yaptı. Muhaliflere karşı acımasızlık, işkence ve mahkemesiz infazlar, sürgünler, servet biriktirme, saltanat sultası, aile hegemonyası vesaire vesaire.
Ve bir şeyi gözden kaçırdı. Zaman değişmişti ve imajı artık halkına yetmiyordu. Libya halkı özgürlük istiyordu. Her şey bir anda değişti. Bu değişimin sonuçlarını ilk anda kavramaktan uzaktı. Yolun sonunun nereye varacağını tahmin edebildiğinde ise sonuçlarına razıydı çoktan. Dudak uçurtan servetine ve gidecek yerlerin varlığına rağmen, "Ülkemden kaçmayacağım" dedi. Kaçmadı. Son kalesi doğduğu yerdi, son anına değin onu destekleyen bir kitleyle oraya sığındı. Orada da öldü.
Bu altın tabancanın sonunun gelmesi kaçınılmazdı. Batı öyle istediği için. Öyle olmasa bile koca tarih, zıddı yönde bir ima bile taşımadığı için. Ama keşke böyle olmasaydı.
Şimdi, ölümüne dair malum görüntüler internette pervasızca ve sansürsüzce servis edilirken televizyonların iyi niyetlileri resmin odağında debelenen bedeni hafif bir buz tabakası ile çerçeveye almakla yetiniyor. Bu resimlerde onu buzlayan karenin dışında kalan net bir yüz var. Kefiyesine bürünmüş Müslüman bir Arap. Toplumsal histerinin insanı insanlıktan çıkardığı yerde duruyor. Ve Tekbir getiriyor. Zulme başkaldıran mücahidin haklı mücadelesinde kasılan onurlu yüzüyle, savaşmanın yolunu yöntemini şaşırmış çapulcunun şiddetin şehvetinde hazlanan yüzü arasında incecik bir sınır çizgisi vardır.
Batı'nın seve seve kullanacağı bir resim bu.
Keşke olmasaydı, keşke "Allahuekber" nidaları arasında olmasaydı.