“Alnı secde gören komutan” özlemi, sağ muhafazakâr kesimin bitmeyen özlemidir.
Hep aynı türküyü söylerler sağ muhafazakârlar:
“Ah keşke Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı birlikte camiye gitseler... Ah keşke aynı safta namaza dursalar... Ne güzel olur”.
Hatırlıyorum:
Yakın geçmişte bir muhafazakâr yazar, “Başbakan ile Genelkurmay Başkanı Diyarbakır’da cuma namazı kılsa Kürt sorunu çözülür” konulu bir makale döşenmişti...
Dün de Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, “Başbakan ve komutan, camide aynı safta...” başlıklı bir yazı kaleme almış.
Şöyle diyor Gülerce:
“Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, bakanlar, kuvvet komutanları Ankara’da Kocatepe Camii’nde aynı safta bir bayram namazı kılsalar ne olur. Ne olur? Söyleyeyim: Türkiye’de çifte bayram olur. Hani ordu millet kaynaşması diyorlar ya, hem de ne kaynaşma olur”.
Size bir şey söyleyeyim mi?
Ben bırakın kuvvet komutanlarını, ordunun bütün generallerini camide görsem hiç mi hiç etkilenmem.
Bayram yapmam.
Benim için “Terzi Recai Amca”yı camide görmek ile “Orgeneral bilmem kim”i camide görmek arasında hiçbir fark yoktur.
Hem bu yeni bir şey de değil benim için:
Eski günlerimde de, yeni günlerimde de hiçbir zaman “alnı secde gören bir komutan” özlemi içinde olmadım.
Çünkü bana göre esas olan, “alnı secde gören komutan” değildir.
Esas olan “din ve inanç özgürlüğüne sonuna kadar saygı duyan komutan”dır.
Bir komutanın din özgürlüğüne saygı duyması için ille de alnının secde görmesi gerekmez ki.
Hem biz 28 Şubat’ta nice alnı secde görmüş bürokrat ve yöneticinin, dönemin havasına ayak uydurup “mürteci” fişlemesi yaptıklarına tanık olmadık mı?
Alnın secde görmesi, her zaman vicdanın yumuşamasına yol açmaz.
Alnın secde görmesi, her zaman hakkaniyetin korunacağının garantisi olamaz.
Sorunların çözümünü “camide saf tutan komutan”da aramak yerine demokrasiyi içselleştiren, sivil hükümeti devirmeyi aklından bile geçirmeyen, kendisine çizilmiş sınırlara riayet eden komutanda aramalıyız.
Hatta bu da yetmez.
Sorunun asıl çözümü generallerin demokrasiyi içselleştirmek zorunda oldukları bir düzen ve sistemin kurulmasından geçmektedir.
Bir de şu var:
Eğer “ille de alnı secde gören komutan” diye tutturulursa...
Gün gelir de -hafazanallah- alnı secde görmüş bir komutan sivil hükümeti bir darbeyle devirmeye kalkarsa ne olacak?
Alnı secde gören komutanların darbe yapmayacaklarının bir garantisi mi var?
BAYRAMIN birinci günü... Geniş aile evde toplanmış.
Evdekilerden biri elindeki kumandayla “zap” turuna çıkmış durumda.
Birden detone mi detone bir kadın sesinden en ağırından bir Neşet Ertaş türküsü işitiyorum.
“Dur, dur... Az önceki kanala bir dönsene” çığlıkları...
Dönülüyor ve bir de ne görelim:
Orta Anadolu ağzını kullanmayı da ihmal etmeyerek Neşet Ertaş türküsüne asılan şahıs en Avrupai görünümüyle Aysun Kayacı değil mi?
Hani şu “benim oyum / çobanın oyu” diye tutturan arkadaş...
Ne diyelim?
İşte böyle olur çobanların intikamı:
Oyum eşit olmamalı dersin ama türküsünü söylemeden de edemezsin.
Agahta Christie’nin “Şark Ekspresi’nde Cinayet” romanı okunduktan hemen sonra romandan sinemaya uyarlanan “Şark Ekspresi’nde Cinayet” adlı filmi seyretmenin tadına doyum olmuyor.
Tezgâhta tanesi 5 liradan satılan cafcaflı saatlerden satın alıp etraftakilere armağan etmenin tadına doyum olmuyor.
Bayramda şeker yerine harçlık kapan çocukların yüzlerindeki sevinci görmenin tadına doyum olmuyor.
Bayram tatili nedeniyle boşaltılmış olan İstanbul’un sunduğu fırsatların keyfine varmanın tadına doyum olmuyor.
Bu bayram, telefonuma dört tür bayram mesajı geldi:
BİR: Toplu SMS’lerden nasibe düşenler.
İKİ: Numarası kayıtlı olmadığı halde mesajın altında isim olmayan faili meçhul mesajlar.
ÜÇ: Samimi olunmadığı halde doğrudan isme yazılmış mesajlar.
DÖRT: Aradaki hukuk gereği gayet samimi bir üslupla kaleme alınmış mesajlar.
Benim bu mesajlar karşısındaki tavrım şöyle oldu:
BİR: Toplu SMS’lerden nasibime düşenler karşısında hiç mutlu olmayıp derhal “sil” tuşuna bastım.
İKİ: Faili meçhul mesajların sahiplerini aramanın ömür törpüsü olduğunu fark edip söylenerek sildim bu mesajları...
ÜÇ: Takdir hisleriyle dolu olarak ben de isim vererek karşılık verdim.
DÖRT: Aynı samimiyetle cevap verdim.
BEN biraz da Silivrili sayılırım: Ne de olsa gençliğim orada geçti.
Bayramın birinci günü aile ziyareti nedeniyle Silivri’deydim.
Lüzumlu lüzumsuz her türden konuya dalınan aile muhabbetinde bir ara ana tema “çiftlik evi” teması oldu. Muhabbet çiftlik evi hülyaları üzerinden dönmeye başladı.
Sonra bir teklif geldi:
“Hadi Çeltik Köyü’ne gidip çiftlik için arazi bakalım”.
Arazi denmesine takılmayın, “arazi bakmak” lafının büyüsüne kapılmanın tezahürüdür bu. Sonuçta küçük bir çiftlik için küçük bir arsa bakacağız.
Neyse...
Teklif kabul edildi, yola çıkıldı.
Çeltik’e ulaştık.
Meğer bu Çeltik Köyü, meşhur Silivri Cezaevi’nin tam karşısında yer alıyormuş.
Ya da şöyle söyleyeyim: Meşhur Silivri Cezaevi, Çeltik Köyü’nün tam karşısına konumlandırılmış.
Hangi arsaya baksak, manzara aynı: Cezaevi...
Arsayı gösteren köylüler de aynı espriyi bıkmadan usanmadan tekrarlıyor:
“Burayı alırsanız Ergenekonculara da komşu olursunuz Ahmet Bey”.
Daha insaflı esprilerde ise Balbay’ın, Haberal’ın, Özkan’ın falan adları geçiyor.
Düşünsenize:
Dünyevi her türden derdin tasanın uzağına düşmek için uzak bir köyün uzak bir köşesinde bir çiftliğe sahip oluyorsunuz ama kafayı her kaldırdığınızda Silivri Cezaevi uzaktan sizi selamlıyor.
Takdir edersiniz ki özellikle bende bir boğulma, bir daralma hali peyda oldu. İçimden mahpushane çeşmesi aktı. Bir gardiyan silueti geçti gözümün önünden... Bir koğuşa kapatılmışlık hissiyle dopdolu oldum.
Hızlıca uzaklaşıverdim Çeltik’ten...
“Ah keşke Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı birlikte camiye gitseler... Ah keşke aynı safta namaza dursalar... Ne güzel olur”.
Hatırlıyorum:
Yakın geçmişte bir muhafazakâr yazar, “Başbakan ile Genelkurmay Başkanı Diyarbakır’da cuma namazı kılsa Kürt sorunu çözülür” konulu bir makale döşenmişti...
Dün de Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, “Başbakan ve komutan, camide aynı safta...” başlıklı bir yazı kaleme almış.
Şöyle diyor Gülerce:
“Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, bakanlar, kuvvet komutanları Ankara’da Kocatepe Camii’nde aynı safta bir bayram namazı kılsalar ne olur. Ne olur? Söyleyeyim: Türkiye’de çifte bayram olur. Hani ordu millet kaynaşması diyorlar ya, hem de ne kaynaşma olur”.
Size bir şey söyleyeyim mi?
Ben bırakın kuvvet komutanlarını, ordunun bütün generallerini camide görsem hiç mi hiç etkilenmem.
Bayram yapmam.
Benim için “Terzi Recai Amca”yı camide görmek ile “Orgeneral bilmem kim”i camide görmek arasında hiçbir fark yoktur.
Hem bu yeni bir şey de değil benim için:
Eski günlerimde de, yeni günlerimde de hiçbir zaman “alnı secde gören bir komutan” özlemi içinde olmadım.
Çünkü bana göre esas olan, “alnı secde gören komutan” değildir.
Esas olan “din ve inanç özgürlüğüne sonuna kadar saygı duyan komutan”dır.
Bir komutanın din özgürlüğüne saygı duyması için ille de alnının secde görmesi gerekmez ki.
Hem biz 28 Şubat’ta nice alnı secde görmüş bürokrat ve yöneticinin, dönemin havasına ayak uydurup “mürteci” fişlemesi yaptıklarına tanık olmadık mı?
Alnın secde görmesi, her zaman vicdanın yumuşamasına yol açmaz.
Alnın secde görmesi, her zaman hakkaniyetin korunacağının garantisi olamaz.
Sorunların çözümünü “camide saf tutan komutan”da aramak yerine demokrasiyi içselleştiren, sivil hükümeti devirmeyi aklından bile geçirmeyen, kendisine çizilmiş sınırlara riayet eden komutanda aramalıyız.
Hatta bu da yetmez.
Sorunun asıl çözümü generallerin demokrasiyi içselleştirmek zorunda oldukları bir düzen ve sistemin kurulmasından geçmektedir.
Bir de şu var:
Eğer “ille de alnı secde gören komutan” diye tutturulursa...
Gün gelir de -hafazanallah- alnı secde görmüş bir komutan sivil hükümeti bir darbeyle devirmeye kalkarsa ne olacak?
Alnı secde gören komutanların darbe yapmayacaklarının bir garantisi mi var?
BAYRAMIN birinci günü... Geniş aile evde toplanmış.
Evdekilerden biri elindeki kumandayla “zap” turuna çıkmış durumda.
Birden detone mi detone bir kadın sesinden en ağırından bir Neşet Ertaş türküsü işitiyorum.
“Dur, dur... Az önceki kanala bir dönsene” çığlıkları...
Dönülüyor ve bir de ne görelim:
Orta Anadolu ağzını kullanmayı da ihmal etmeyerek Neşet Ertaş türküsüne asılan şahıs en Avrupai görünümüyle Aysun Kayacı değil mi?
Hani şu “benim oyum / çobanın oyu” diye tutturan arkadaş...
Ne diyelim?
İşte böyle olur çobanların intikamı:
Oyum eşit olmamalı dersin ama türküsünü söylemeden de edemezsin.
Agahta Christie’nin “Şark Ekspresi’nde Cinayet” romanı okunduktan hemen sonra romandan sinemaya uyarlanan “Şark Ekspresi’nde Cinayet” adlı filmi seyretmenin tadına doyum olmuyor.
Tezgâhta tanesi 5 liradan satılan cafcaflı saatlerden satın alıp etraftakilere armağan etmenin tadına doyum olmuyor.
Bayramda şeker yerine harçlık kapan çocukların yüzlerindeki sevinci görmenin tadına doyum olmuyor.
Bayram tatili nedeniyle boşaltılmış olan İstanbul’un sunduğu fırsatların keyfine varmanın tadına doyum olmuyor.
Bu bayram, telefonuma dört tür bayram mesajı geldi:
BİR: Toplu SMS’lerden nasibe düşenler.
İKİ: Numarası kayıtlı olmadığı halde mesajın altında isim olmayan faili meçhul mesajlar.
ÜÇ: Samimi olunmadığı halde doğrudan isme yazılmış mesajlar.
DÖRT: Aradaki hukuk gereği gayet samimi bir üslupla kaleme alınmış mesajlar.
Benim bu mesajlar karşısındaki tavrım şöyle oldu:
BİR: Toplu SMS’lerden nasibime düşenler karşısında hiç mutlu olmayıp derhal “sil” tuşuna bastım.
İKİ: Faili meçhul mesajların sahiplerini aramanın ömür törpüsü olduğunu fark edip söylenerek sildim bu mesajları...
ÜÇ: Takdir hisleriyle dolu olarak ben de isim vererek karşılık verdim.
DÖRT: Aynı samimiyetle cevap verdim.
BEN biraz da Silivrili sayılırım: Ne de olsa gençliğim orada geçti.
Bayramın birinci günü aile ziyareti nedeniyle Silivri’deydim.
Lüzumlu lüzumsuz her türden konuya dalınan aile muhabbetinde bir ara ana tema “çiftlik evi” teması oldu. Muhabbet çiftlik evi hülyaları üzerinden dönmeye başladı.
Sonra bir teklif geldi:
“Hadi Çeltik Köyü’ne gidip çiftlik için arazi bakalım”.
Arazi denmesine takılmayın, “arazi bakmak” lafının büyüsüne kapılmanın tezahürüdür bu. Sonuçta küçük bir çiftlik için küçük bir arsa bakacağız.
Neyse...
Teklif kabul edildi, yola çıkıldı.
Çeltik’e ulaştık.
Meğer bu Çeltik Köyü, meşhur Silivri Cezaevi’nin tam karşısında yer alıyormuş.
Ya da şöyle söyleyeyim: Meşhur Silivri Cezaevi, Çeltik Köyü’nün tam karşısına konumlandırılmış.
Hangi arsaya baksak, manzara aynı: Cezaevi...
Arsayı gösteren köylüler de aynı espriyi bıkmadan usanmadan tekrarlıyor:
“Burayı alırsanız Ergenekonculara da komşu olursunuz Ahmet Bey”.
Daha insaflı esprilerde ise Balbay’ın, Haberal’ın, Özkan’ın falan adları geçiyor.
Düşünsenize:
Dünyevi her türden derdin tasanın uzağına düşmek için uzak bir köyün uzak bir köşesinde bir çiftliğe sahip oluyorsunuz ama kafayı her kaldırdığınızda Silivri Cezaevi uzaktan sizi selamlıyor.
Takdir edersiniz ki özellikle bende bir boğulma, bir daralma hali peyda oldu. İçimden mahpushane çeşmesi aktı. Bir gardiyan silueti geçti gözümün önünden... Bir koğuşa kapatılmışlık hissiyle dopdolu oldum.
Hızlıca uzaklaşıverdim Çeltik’ten...