1985’in son günleriydi. Ardımda emekçi annem ve iki kız kardeşimi bırakıp Londra’ya öğrenci olarak gelmiştim. Gelişim biraz da 12 Eylül karanlığından kaçıştı. Garip günlerdi hani. Sosyalist bir gazeteyle yakalananın 5 yıl hapis cezasına çarptırıldığı, akademisyenlerin suç aleti diye daktiloyla tek kanal TRT’de teşhir edildiği günlerdi… “Bari bu cadı avı dönemini, faşist cuntanın hücresi yerine Londra’da İngilizce öğrenip doktora yaparak değerlendireyim” deyü dilini, kültürünü, coğrafyasını, türkülerini bilmediğim bu ülkeye gelmiştim…
Benden iki ay önce gelen (televizyonda teşhir edilen terörist) akademisyen arkadaşım Mustafa, Finsbury Park’ta çok çocuklu Mısırlı bir göçmenin belediye evinde oda tutmuş, aynı dairedeki mezarlığı andıran 6 metrekarelik minik odayı da bana ayarlamıştı. Oda o kadar dardı ki, bir yatak ve sol yanındaki yarım metre boşlukta katlanıldığında 30 cm eninde olan bir masa ancak sığıyordu. Yatağın ayak ucuyla birleştiği yerde duvara yapışık küçük bir dolap ve yatağın başında da 10 cm açılabilen bir pencere… Londra’da garip bir hücreydi ilk odam…
Göçmenlik zor zanaat… Bir belirsizliğe yolculuktaydım. Üstelik 600 sterlin borçla. Geri dönme durumunda bu borcu ödeme şansım da neredeyse yoktu. Borç neyse ama Nazım’ın şiirindeki gibi benim yolumu gözlüyordu “Hapishane kapısı, polis copu filan…”
Londra’daki ilk günlerimde volta atma şansı bile vermeyen o hücre de yatağa uzanmış kederleniyordum. Nasıl kederlenmeyeyim ki? Tam bir ay gün olmuştu efe babamı toprağa vereli. Hem içimden hem de dışımdan ağlıyordum. Annemin sözleri hâlâ kulağımdaydı “Bizi merak etme, ben üstesinden gelirim her şeyin. Sen burada cezaevine girersen asıl o zaman yıkılırız. Git” demişti. Gittim işte. O sözleri sırtıma yüklendim de gittim işte…
Odada oturacak tek yer yatak. İster otur ister yat. Ben odadayım ama aklımda fikrimde buruk bir aile, hüzünlü bir memleket… “Yastayım” desem duyan yok, “Kederliyim” desem anlayan yok. İşte öyle vesveseli bir anımda pencereden bir türkü sızdı geldi hücreme:
“Allı turnam ne gezersin havada,
Devrildi arabam kaldım burada,
Gülüm gülüm, kırıldı kolum,
Tutmuyor elim, turnalar hey…”
Pencereden aşağıya göz attım. Sitenin bahçesindeki park yerinde tamir edilen bir otomobil, otomobilde sonuna kadar açılmış bir teyp… (Eskiden oto parklarda mobil tamirciler vardı) Bir tarifsiz mutluluk sardı içimi. Londra’dan havalanacak ve Ankara’da bizim eve uğrayacak turna bana duygularımı soruyordu.
Ne onmadık kulumuşum dünyada,
Akşam oldu allı turnam dön geri,
Gülüm gülüm, kırıldı kolum,
Tutmuyor elim turnalar hey,
Ah gülüm gülüm, yar gülüm gülüm,
Kız gülüm gülüm, turnalar hey.
Kırık döküktüm. Velhasıl bir belirsiz sürgündeydim. Gönlüm küskün, içim acıyordu. Dayanacak gücüm, tutunacak dalım yoktu. Zaten elim kolum da kalkmıyordu türküdeki gibi. Her gün o ucuz “fish finger”leri yesem iki aylıktı param.
Hey turnalar, gördüğünüz yalan valla… Bizim eve varırsanız selam söyleyin, şeker söyleyin, kaymak söyleyin, bal söyleyin…
Allı turnam bizim ele varırsan,
Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle,
Gülüm gülüm, kırıldı kolum,
Tutmuyor elim, turnalar hey,
Ah gülüm gülüm, yar gülüm gülüm,
Kız gülüm gülüm, turnalar hey.
Hani yazmaya oturmayayım, uzun yol kamyon şoförleri gibiyim. Hele radyoda bir türkü de çalıyorsa, kim tutar beni… Geçenlerde yine direksiyonda kendimi kaptırmışken radyodan “Allı turnam ne gezersin havada” türküsünü havalandırdı Neşet Usta… 34 yıl önce pencereden sızan o türkü, yüreğimi doldurdu bu kez.
Yar bizi sual eden olursa,
Boynu bükük benzi soluk var söyle,
Gülüm gülüm, kırıldı kolum,
Tutmuyor elim, turnalar hey,
Ah gülüm gülüm, yar gülüm gülüm,
Kız gülüm gülüm, turnalar hey…
Ahhh… Bir tarih öncesinde öngörememiştim bu garip halimi, gözden ırak olanın gönülden de ırak olunacağını. Ahhh annemi yitireli iki yıl 20 gün oldu.
Hani hep sakladığım şu türküdeki halim var ya, “Boynum bükük benzim soluk” desem, “Gülüm gülüm kırıldı kolum” desem, “Tutmuyor elim” desem…
Deme be deli gönül, deme… Çok geç zaten deli gönül, artık çok geeeç! Ne ev kaldı, ne seni sual edecek kimsen, ne de allı turnan… Anla artık deli gönül, anla! Sen seninle kaldın buralarda…