Eylül ayını da geride bıraktık. Geldik en sancılı aylardan biri olan Ekim’e… Bir memur çocuğu olarak belki de en çok duyduğum laflardan biridir ‘Eylül ve Ekim ayları yıkım aylarıdır’ diye… Doğru… Eylül ayında okullar açılır. Harçlardı, kayıttı, defterdi, kitaptı derken masraf kalemleri de alır başını gider. Kendi paramı kazanmaya başladığım zaman anladım gerçekten de gider kalemlerini bir kenarda hesaplamanın hayatın bir gerçeği olduğunu… Eylül ayının yarattığı yıkımlar ve altına girilen borçlar Ekim ayında alınacak olan maaşlarla azaltılmaya çalışılır. Yani Ali’ninkini Veli’ye, Veli’ninkini Ali’ye hesabı…
İşte tam da böyle bir ayı geride bırakmışken Eylül maaşlarının pek çok devlet kurumu tarafından ödenemediği haberleri gazete manşetlerinde çarşaf çarşaf yer aldı. Eşe dosta, ‘sana ayın 2’sinde en geç geri ödeme yaparım’ diyerek alınan borçlar askıda kaldı… Sözünde duramamanın vermiş olduğu utanma hissi de cabası… Tam memurlarımız, emeklilerimiz şikayete başlamışken bir de baktım siyasi erkimiz ve belediye başkanlarımız da ‘mağdurum da mağdurum’ söylemlerine başlamışlar.
Maliye Bakanımız Ersin Tatar, bir gazetemize yaptığı açıklamada kamu çalışanların ödenemediğini çünkü Sosyal Sigortalar Dairesi’ne daha fazla katkıda bulunan bakanlığın bu kez çalışanların maaşlarını ödemek için 5 milyon TL eksildiğini söyledi. Ne tesadüftür ki aynı gün ülkemizin en büyük belediyesi olarak görülen Lefkoşa Türk Belediyesi’nin Belediye Başkanı Cemal Bulutoğluları da aylık gelirlerinin 4 milyon TL’den 900 bin TL’ye gerilediğini elinde belgelerle gösteriyordu. Muhalefet üyeleri de zaten erken seçim beklentisi içerisinde oldukları için fırsat bu fırsat deyip, ‘bittik, mahvolduk’ söylemlerini gün yüzüne çıkardılar.
Herkes mağdur, herkes perişan ama hala yok dert yanmaktan başka işe kafasını yoran…
Bu ülke nasıl bu hallere geldi söylemlerine hiç girmeyeceğim. Herkes ne yaptığını ve ne yapmadığını çok iyi biliyordur zaten . Ayrıca en çok dinlediğimiz masal, ‘bizden öncekiler böyle yapmıştı’ söylemleri ile başlayanlar değil mi?
Peki ben bu yazıyı neden yazıyorum?
Gerçekten anlam veremiyorum. Her gün gazete sayfalarımıza boy boy gece kulüplerinde eğlenen gençlerimizin resimlerini koyuyoruz. ‘E ne var canım gençler bütün hafta bir şey yapmaz çıkar bir gece eğlenirler’ demeyin lütfen. ‘İş mi var da yapsınlar?’ diye de sormayın. Ben çalışan insana her zaman bir ekmek olduğuna inanıyorum. Ama ne yazık ki yıllardır üstümüzde olan bu miskinliği,hazırcılığı bir türlü atamadık.
‘ Ne olacak bu bütçenin hali’ diye her soruşumuzda Türkiye’nin kapısını çaldık. Birkaç ay öncesinde Türkiye’nin öne sürdüğü paketlere karşı direniş gösterenler, ‘ne paranı ne memurunu’ diyenler şimdilerde yine başladılar ‘Türkiye bize para verse ya’ söylemlerine…. Olur, Türkiye yine parasını verir bize ne olacak. Anamız değil mi bakacak bize değil mi?
Peki biz aldığımız bu parayla daha ne kadar idare edeceğiz? Türkiye’den aldığımız para ile yine bakanlarımızın altına son model araçlar mı çekeceğiz yoksa devlet memuru olarak x6’lara, BMW’lere, Mercedeslere binmeye mi devam edeceğiz? Yoksa aklımızı başımıza devşireceğiz de yerinde mantıklı adımlar mı atacağız?
Peki nedir atılabilecek en mantıklı adım?
Öncelikle yapmamız gereken devletin üstündeki bu hantal yükten kurtulmak… İşgücünü özel sektöre de yaymak, ücretler arasında bir denge kurarak hayat standartlarını belli bir düzeneğe oturtmak gerekli… Ne yazık ki ülkemizdeki temel gıdaların fiyatları bile geliri diğer ailelere oranla daha yüksek olan kişilere göre düzenlenmiş durumda. Yoksulluk sınırının 2 bin lira olduğu ülkemizde binlerce aile 1300 liranın da altındaki ücretlerle yaşamını idame ettirmeye çalışıyorken ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ zihniyetinden kurtulmamız gerek.
İçimiz yansa da kanasa da özelleştirmenin kaçınılmaz olduğu gerçeğinin bir an önce farkına varmalıyız. Ve ne yazık ki farkına varmamız gereken bir gerçek daha var. O da kaderimizin gerçekten işinin ehli olmayan iktidarlara kaldığıdır. ‘Her şey daha güzel olacak’ yalanlarıyla bugünlere gelmemize neden olan yanlış tercihlerden bir an önce vazgeçilmeli ve günü kurtarma politikalarından sıyrılmalıyız. Aksi takdirde hem elde avuçta bir şey kalmamış olacak hem de Türkiye’den gelecek yardımdan medet bekleyerek heba edeceğiz bir ömrü…