Sizlerle bir okur mektubunu paylaşmak istiyorum.
Genç bir kardeşimden geliyor. Tek harfine dokunmadan, tek satır atlamadan. Şöyle diyor:
'Abla. Şimdi 20 pkk lı öldürüldü haberini okudum. Oturdum ağladım. Abla sizin sözünüz geçer. Lütfen şu Kürt analarına yalvarın. Ölmesin şu garibanlar. "ÖLMEYİN BE KARDEŞİM" dedim içimden kaç kere. Abla söyleyin ölmesinler. Gelsinler geri, Ben milliyetçi sayılabilirim. Türküm. Ama çok içim acıdı. Bu işin işareti çok zamandır veriliyordu. Bu çocukların belki hepsi böyle ölecekler. Analarının, babalarının, kardeşlerinin yanlarına dönsünler. Bizim içimize dönsünler, Biz millet olarak onlarla aynıyız. Çok üzgünüm şimdi'
İstanbul'da yaşayan genç bir esnaf bu. Ticarethanesinin logosunu eklemiş mektubuna. Belli ki ona inanmamı istiyor. Acısını ciddiye almamı. Yoksa bir insan, gazeteye yolladığı mesajda neden kurumsal bilgilerini paylaşma gereği duysun. Genç kardeşimin samimi duyguları benim de içimi acıttı.
O acıya yabancı değilim. Üzüntüsünü tanıyorum. Aslında yeni değil. 'Dağın Ardına Bakmak' kitabını yaparken benzer o kadar çok mektup almıştım ki. Anlayan, hak veren, sitem eden, kabul eden, affeden yüzlerce mesaj. Hissettiği öfkeyi 'ama onlar da' sitemiyle dile getirenler de vardı aralarında. Hiç duymadığı, bilmediği bir hakikatin şaşkınlığıyla samimi bir yüzleşme içine girenler de. Dağdakilerin hikâyelerinin Türkiye kamuoyunda nasıl algılandığını gözlerken, şuna ikna olmuştum; bu ülke, bu acının hakkından gelir.
Şimdi bakıyorum 'açılım' adıyla başlatılan arayışın uçları o kadar farklı yerlere değiyor ki. Türkiye'de Kürt meselesinin demokratik yollarla çözümü arayışına direnç gösteren milliyetçi kesim, bırakın engel olmayı, çözümü teşvik etmeye doğru evriliyor. Tıpkı bu mektupta duygularını aktaran genç esnaf gibi, Türkiye'de yaşayan milyonlarca insan, milliyetçi duygularla baksa bile sorunun çözümünden yana kalbi bir rıza gösteriyor. 'Yazıktır bu gençlere, gelsinler, bizim aramıza dönsünler' derken farkında olmadan siyasetin göz ardı ettiği bir gerçeğe işaret ediyorlar. O gerçek şu: Dağda ölen, öldürülen onlarca, yüzlerce genç bu ülkenin vatandaşı.
Önceki gün Meclis'te Bülent Arınç tarihi bir konuşma yaptı. En azından buradan bakınca samimi görünen ifadeler kullandı. Haklardan söz etti. 'Kürtlerin haklarını vereceğiz' cümlesinden hemen sonra 'Elbette cebimizden vermiyoruz bu hakları...' dedi. Konuşmasının bana kalırsa en önemli kısmı buydu. Türkiye'de birileri hâlâ kendini bütün hakların muhatabı ve muhafızı saydığı için sorunlar çözülemiyor. Hak kavramı en sıradan insanın zihninde bile demokratik bir karşılık bulurken, devletin işleyişinde eşitlik çerçevesine oturamıyor bir türlü. Suçla mücadelede, sosyal gerçeklerin göz ardı edilmesi de bu çarpık hak anlayışıyla ilgili. Kürt meselesi bu parantezden kurtulamadığı için çözüm yaratılamıyor. Hâlbuki sorun başından itibaren haklar sorunudur. Bülent Arınç'ın önceki gün Meclis kürsüsünden ilk defa açıklıkla ifade ettiği 'eşit vatandaşlığın inşası' sorunu. Dilde, kültürde, siyasal temsilde engellenen bir kimliğin kendini silahla ifade etmesi sorunu.
Devlet, tarihinde ilk defa büyük devlet olmanın gereğini dillendiriyor; Bu arayışın silaha sarılanları kazanmak düşüncesiyle taçlanması kaçınılmaz. Büyük devlet olmak vatandaşını kazanmayı gerektirir çünkü.
Devletin tavır değişikliğinde yukarıda satırlarına yer verdiğim genç gibi düşünenlerin varlığı dipten dibe etkili aslında. Bu ülkenin kahir ekseriyeti sorun doğru anlatıldığında 'aramıza dönsünler, bu ülke onların da ülkesi' diyebiliyor çünkü. Kamuoyunda samimi bir barış özlemi var. Hal buyken sadece 'öldürerek halletmeyi' seçmek siyasete kazandırmayacaktır. Güvenlik odaklı politikaların uzun vadede kaybettirdiği sır değil.
Zaten 'hakların teslimini' müjdeleyen konuşma da söz konusu risk hesaplandığı için yapılabiliyor.
Şurası açık ki, silahların susması konusunda iktidar risk alırken güvenebileceği ciddi bir insan sermayesi var. 'Söyleyin ölmesinler' cümlesi o sermayenin habercisi. Bu cümleden alınacak cesaret sorunları çözebilir. Ölmemesi gereken çocuklar iki tarafta da hâlâ çok çünkü.