Bir kadın aradı, tanımadığım bir telefon numarasından...
-”Ben Ayşegül Çetintaş” dedi... “Kolejden sınıf arkadaşın...”
35 yıldır duymadığım bir ses telefonda konuşuyordu...
Arkasından beklenen soruyu sordu:
-”Beni tanıdın mı?..”
Aslında şaka gibi bir soruydu bu...
Bir insanın 35 yıl hiç görmediği, konuşmadığı, karşılaşmadığı birisinin ilk ‘sesiyle’ telefon konuşmasının beşinci saniyesinde iletişim kurması pek mümkün değildi...
Ancak insan beyni ve bilinci farklı işliyor sanıyorum...
O konuşurken, beynimde flaşların patladığını hissediyordum, “Hangi Ayşegül acaba” diyordum, “Ortaokulda vardı, lisede vardı Ayeşegül...”
İki saniye içinde bilinç, kişisel tarihin derinliklerinde kalmış bilgiyi çıkarıveriyordu gün ışığına...
“Çetintaş dedi, Çetintaş olan lisedeki Ayşegül’dü...”
O ise devam ediyordu konuşmaya...
-”Çarşamba akşamı İstanbul’da buluşacağız...” diyordu...
“76 mezunları, mutlaka geleceksin...”
Bir emir kipiydi...
Hayat ne enteresan bir mecraydı...
Kim bilir bir emir kipiyle karşılaşmamıştım...
Kolej yıllarında 15 yaşlarındayken sınıf arkadaşım Cemil’le evde oturur avarelik ederdik...
“Yıllar sonra birbirimizi hatırlar mıyız?..” diye düşünüp, “yirmi otuz yıl sonraki muhtemel karşılaşmamızın olası dramatik senaryolarını hayal ederdik, duygusallaşırdık...”
Üzerinden 35 yıl geçmiş o günlerin...
Lise arkadaşlarıyla 35 yıl sonra karşılaşmanın keyfi hayatı temize çekmektir...
“Asmalımescit’te ‘Otto’da buluşuyoruz” dedi...
Ağzımdan bir “eyvah” çıktı...
-”Ben Asmalımescit’e, Nevizade’ye yıllar var gidemiyorum ki...” deyiverdim...
Asmalımescit Asmalımescit olalı, Nevizade Nevizade olalı, ben ‘oralı’ olamamıştım...
Her kim çağırdıysa özür diliyor, mazeret beyan ediyordum...
Keyif ve eğlence fışkıran dar sokaklarına araba girmiyor, yolda bolca takılan oluveriyordu...
Bohem taşan sokaklardan, kalabalıklar arasında uzun sürecek yürüyüşler, taksi arayışlar, arabasız kalınacak yolculuklar, içkinin keyiflendirdiği sokaklarda içki içmeyen, bol müzikli ve tantanalı dünyalarla çoktan ilişiğini kesmiş, jübilesini yapıp o hayatı rafa kaldırmış birisi için, “keyiften çok bir azap” halini alıyordu, o geliş ve gidişler...
-”Benim yazılarım var gece geç saatte bitiyor... Oraya gelmem 23’ü bulur, Bir anlamı olmaz...” dedim...
-”23’te gel, bekliyoruz” dedi...
Lise arkadaşlarıyla buluşmak, hayatı temize çekmek anlamına gelir...
Birşeyler olmaya heveslendiğiniz, hayatta hangi mesleği seçeceğinize karar verdiğiniz yıllardır lise yılları...
Aklınızda birkaç fakülte seçer, girip giremeyeceğiniz belli değil, uğraşır durursunuz üniversiteye girmeye...
Kişisel ilk ciddi yaşam tercihiniz, ilk makas değişikliğidir seçecekleriniz...
Hepiniz aynısınızdır, aynılığın ortak paydasını yaşarsınız...
Bir taraftan ise gün gelip çatmıştır farklılaşacaksınızdır...
O sırat köprüsünün tam ortasındasınızdır...
Kim bilir hangi meslek sizi sarmalayacak, kim bilir nelerle karşılaşacak, kim bilir nerelerde yaşayacaksınızdır?..
Amerika’da mı, Antartika’da mı, yoksa Alaska’da mı?..
Ne olarak, hangi kimlikle?..
-”30 yıldır Viyana’daydım...” dedi Ayşegül...
“Bilseydim” diye içimden geçirdim...
“Kaç kere gittim geldim Viyana’ya... Meğer Ayşegül oradaymış...”
Hayata beraber başlamıştık...
Bir hayat macerasının 35 yıl sonrasında, nerede olduğumuzu tam kestiremediğimiz meçhul durağında, “geçirdiğimiz sınavları, aldığımız notları karşılaştıracaktık...”
Sanki lisede olduğu gibi bir sınava girmiştik, “hangi soruyu yaptık, hangisini yapamadık, birbirimize söyleyecektik...”
Sınav “hayatın kendisiydi...”
Tekrarı yoktu ve bir kez gerçekleşiyordu...
Geçme ve kalma yoktu, herkes sonunda gidecekti...
Yaptığın ve yapamadığın soruları arkanda bırakarak...
Ondan mı bilmiyorum, One Way Ticket To The Blues şarkısı çalarken dans etmelere doyamadık...
35-40 yıl öncesinin, ilk dans partnerleri Ayşim’ler, Sebla’lar, Ayşegül’lerle dans ederken bir tuhaf olduğumu hissettim...
O figürleri ilk kez yapan 13-14 yaşındaki bir çocuğun heyecanı geldi gözlerimin önüne...
“One Way Ticket To The Blues...” isimli şarkı çalıyordu...
“Maviliklere Doğru Tek Yön Bilet...”
O bileti bize ilk verdiklerinde şarkımızı Boney-M söylerdi...
Şimdi hayatımızın meçhul bir noktasında sanırsam Eruption “One Way Tiket” diyordu...
Maviliklere uzanan tek yönlü biletlerimizi birbirimize gösterirken, o maviliklere ve sonsuzluklara ne kadar kaldığını bilemiyorduk elbette...
SARKOZY, NEO-OSMANLI SİYASETE ESKİ OSMANLI’YI HATIRLATIYOR!..
Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan cahil “teorilerden” bir vazgeçiversek diyorum...
Fransa’nın meselesi bir Ermeni oyu meselesi değil...
Bugüne kadar her seçimde Ermeni oyları vardı, niye şimdi geçiyor bu tasarı düşündünüz mü?..
Suriye ve Libya meselesi çok önemlidir Fransa’nın kararında...
Tayyip Erdoğan; İsrail’le köprüleri atmaya müteakip “Fransa’nın Ortadoğu ve Afrika’da oynamak istediği role bizzat” soyundu...
O kadar ki Tayyip Erdoğan’ın Arap ülkelerindeki prestijini kesebilmek için, Sarkozy alelacele Erdoğan’dan önce ziyaretler düzenledi bu ülkelere...
Fransa için, Suriye, Libya etkin olmak istediği coğrafya yani bir ‘hinterland’ meselesidir...
Tarihinden bu hakkının olduğunu düşünüyor Fransa...
Suriye’deki etkisini, Libya’daki hegemonyasını unutmaz, unutturmak istemez Fransa...
Oysa hayat değişiyor...
Bu coğrafya Osmanlı’nın da coğrafyasıdır...
Türkiye yeni dünya düzeninde, “Osmanlı’dan kalan topraklarda etkinliğini ve psikolojik varlığını” hissettirmek istiyor...
Tayyip Erdoğan’ın bölgede üslenmek istediği yeni rol bu...
Fransa bunu hazmedemez ve Türkiye’yi “hiza”ya getirmeye çalışır...
Almanya için de farklı nedenlerle geçerlidir bu durum...
Ermeni tasarısı, bölgede Neo-Osmanlı bir portre çizmeye hazırlanan Türkiye’ye eski Osmanlı’nın hatırlatılmasıdır...
Suriye, Libya ve Mısır’da rejim muhalifleri, Türkiye tarafından aktif olarak desteklendiler, halen desteklenmeye devam ediyorlar...
Arap Baharı sonrası Türkiye, tarihinde ilk kez aktif taraf olma politikası güdüyor...
Yeni düzende “taraf olmanın, taraf gibi davranmanın karşılığını” almayı düşünüyor çünkü...
Alacağı karşılık Fransa’nın almayı düşündüklerinden gidecek...
Fransa, Türkiye’yle bire bir hesaplaşmaya giriyor...
Türkiye’nin Amerikan desteğiyle, bölgesel bir güç olup olmayacağı, bu bilek güreşinden sonra ortaya çıkacak...
SOYKIRIM VE FRANSA İÇİN YIKILAN İNANÇLARIM...
Hayat bildiğim, ezberlediğim, tartışmasız doğru ve kutsal saydığım bütün düşünce sistematiğini silip götürüyor...
Yüreğim sıkışıyor, Fransız parlamentosunun aldığı “soykırım inkar yasası”nın geçmesiyle...
Geçmiş insanlık felaketlerine “soykırım mı denmiş, katliam mı, cinayet mi” bu benim için çok önemli değil...
Soykırım da denebilir, eğer gerçekten soykırımsa...
Benim inançlarımın yıkılması, “demokrasiyi öğrendiğim Fransa’nın, tarihi bu kadar ucuz politikaya alet etmesinden” kaynaklanıyor...
Eğer politik amaçla değil, entelektüel saiklerle verilseydi “soykırım” kararı, beni bu kadar derinden yaralamazdı...
Cezayir işgaline karşı çıkan Fransız aydını Satrte’ın dünyasını, inançlarını ve entelektüel duruşlarını kutsayan bir dünyadan geliyorum ben...
En absürd fikirlerin, en antidogmatik görüşlerin, en sıradanlığı mahkum eden haykırışların savunucusu oldum ben...
“Soykırım denmiş denmemiş” umurumun teki değil...
***
Umurumun teki olan, Fransa gibi ülkenin parlamentosunun, tarihi bu derece ucuz politik oyunlara alet etmesi...
Bu karar benim için, Fransa’nın demokrasisi, entelektüel duruşu ve kültürel müktesebatının ucuzun ucuzu bir oyuna feda edilmesi demek...
Aklımda, hayalimde ve kalbimde yaşattığım Fransa yıkılıyor...
Üzüntüm kalbimde ve beynimde yarattığı hayalin çöküşüne...
Yoksa soykırım denmiş denmemiş kime ne?..