Önce, yeni gelen kitapları iyice karıştırmış, sonra da neredeyse hepsini ezbere bildiğim bir sene evvel ve çok daha önceleri gelmiş kitaplara tek tek göz attıktan sonra gözüme kestiklerimi alıp Kemal beye 2 şilin ödemek üzere kasa olarak kullanılan bankoya yöneldim. O dönemde 2 şilin iyi bir paraydı. Sarayönü’ndeki seyyar sandviççilerden bolibifli (kutu eti) sandviç ve bir bardak ayran bir şiline, yani 10 Kıbrıs kuruşuna alınabiliyordu. 20 sigaralık bir paket Craven A de sanırım 12 kuruştu.
Kemal beyin kitabevinde kasa olarak kullanılan bankonun hemen yanında da Cumhuriyet sokağa açılan 2’nci bir kapı yer almaktaydı. Genelde kitabevine giriş Mecidiye Sokak’taki kapıdan yapılır, çıkış da Cumhuriyet sokağa açılan kapıdan olurdu. Günümüz kavramlarına göre küçük, o günün koşul ve anlayışına göre de büyük bir dükkandı Kemal beyin sahibi olduğu kitabevi. Neredeyse başka hiçbir dükkanda böylesi, biri giriş, diğeri de çıkış için kullanılan iki kapı bulunmamaktaydı.
Kitaplarımın parasını ödedikten sonra Cumhuriyet Sokağa açılan kapıya yöneldim. Kapıdan yola üç basamaklı bir merdiven ile inilmekteydi. Adımımı dışarı atar atmaz da yaşamın bir başka yüzüyle karşı karşıya geldim ve benim için de “hayatımın ilk büyük deneyimi” diyebileceğim bir olayla karşılaştım.
Kafam yeni aldığım kitabın içine adeta düşmüş gibi satın aldığım kitabın sayfalarını merdivenin ilk basamağında durup karıştırırken önce adeta haykırır gibi bir ses duydum. “Be İsmail Bedasi” diye birine sesleniyordu bağıran adam. Adı Cumhuriyet sokak olan yolda, o saatlerde en fazla üç-dört kişi bulunmaktaydı. “Be İsmail Bedasi” diye seslenen adamın yanında birisi daha vardı ve bana göre yaklaşık sekiz-dokuz metre sağ tarafımda, yolun da Kemal beyin kitabevinin olduğu tarafından bana doğru yürümekteydiler veya durmaktaydılar. Adının “İsmail Arif Bedasi”, lakabının da “Galeci” olduğunu sonradan öğrendiğim adam ise bana daha yakındı ve iki-üç metre sağ tarafımda yolun ortasında, yüzü Mecidiye sokağa taraf dönük yürümekteydi.
İsmail Arif Bedasi kurşuni renkli bir pantolon giyiyordu. Gömleğinin rengini hatırlamıyorum ama sanırım beyazdı ve kısa kolluydu. Kendisine seslenen adamların her ikisi de, genelde İngiliz askerlerinin yazın giydiği, etrafı çepeçevre yuvarlak ve kenarları aşağı doğru sarkan, genelde güneş altında çalışan işçilerin, çiftçilerin veya da ava giden kişilerin giydiği haki renkli bez şapkalardan giyiyorlardı. Pantolon ve gömlek renklerini nedense hiç hatırlamıyorum. Net olarak hatırladığım her ikisinin de bıyıkları olduğu idi. Her ikisinin de bıyıkları siyah renkli, dudakları üzerinde ince bir çizgi şeklindeydi. Herhalde dönemin gençleri arasındaki modaydı o tarz bıyık bırakmak. Yüzlerini ise net olarak görememiştim ve kendimi çok zorlamama rağmen hiçbir zaman da gözümün önüne net olarak gelmedi bu iki kişinin yüzü. Biri orta, diğeri kısa boyluydu.
İsmail Bedasi kendisine kimin seslendiğini görmek için geri döndüğünde yan yana duran iki adamdan bir tanesi, nereden çıkarttığını göremediğim silahı kendisine doğrulttu ve ateş etti. Bedasi “Ah vuruldum” diyerek Mecidiye sokağa doğru dönüp oradan uzaklaşmak için hamle yapmak isteyince bir el daha ateş etti ve sağ kalçasından vurdu kendisini. Sonra bir el daha ateş etti…
İsmail Bedasi olduğu yere, yolun ortasına yan dönerek yüzükoyun yıkıldı kaldı. Başı asfaltın ortasında sağa dönüktü. Vücudu ise arka sağ cebinden ve ön kısmından nereden çıktığını bilemediğim bir yerden asfalta kan akmaya başlamıştı. O an mı ölmüştü yoksa biraz can çekişip sonra mı ölmüştü hiç hatırlamıyorum. Zaten şok olmuştum… (devam edecek)